28 Şubat 2010 Pazar

Kök hücre hayat kurtarıyor

Kemik İliği Transplantasyonu ve Kök Hücre Tedavileri Kongresi 4 - 6 Mart tarihlerinde Antalya'da yapılacak. Kongrede önemli birçok konu uzmanlar tarafından tartışılacak.

Dünyada 1960’lı yıllarda başlamış ve 1980’li yıllarda yaygınlaşmış olan Kemik İliği Transplantasyonu, ülkemizde başlangıçta 1-2 merkezde yılda 10’un altında yapılmaktayken, bugün 30’dan fazla merkezde, yılda 1000’in üzerinde yapılmakta. Günümüzde, Kemik İliği Transplantasyonu ile başarı oranı yüzde 90’lara kadar varmakta ve bu alanda her geçen gün yeni bilgiler ve çalışma sonuçları açıklanmaktadır.

THD ve Kongre Başkanı Prof. Dr. Muhit ÖZCAN, "Kemik iliği ve kök hücre nakilleri, ölümcül olabilen kan ve bağışıklık sistemi hastalıklarının tedavisinde başarıyla uygulanan bir yöntem olma özelliğini korumaktadır. Bugün sıklıkla Lösemi, Aplastik anemi, Hodgkin hastalığı gibi çeşitli lenfomalar, bağışıklık sistemi hastalıkları ile over kanseri gibi bazı somut tümörlerin tedavisinde kök hücre nakli sıklıkla kullanılmakta, bu tedaviler sayesinde lösemiyi yenmekte önemli adımlar atılmaktadır" diyor.

Türk Hematoloji Derneği, Kemik İliği Transplantasyonu ve Kök Hücre Tedavileri konusunda, Amerika ve Avrupa’dan sonra en önemli ve en büyük üçüncü kongreyi yapmaya hazırlanıyor. Alanda yaşanan gelişmelerin bir yol göstericisi olan kongreye yurt içi ve yurt dışından birçok uzman katılım sağlayacak. Bilimsel program olarak oldukça yoğun olan kongrede; “Kök Hücre Kaynağı ve Hazırlık Rejimi Belirlenmesi, İmmün Yeniden Yapılanma ve Aşılamalar, Ulusal pediatrik HKHT aktivitesinin değerlendirilmesi, Çocukluk çağı lösemilerinde HKHT endikasyonları, Komplikasyonlarda Korunma/Takip gibi konu başlıklarının yanısıra; “Akraba Dışı Tarama Süreci /Sorunlar, Tam Gün Yasası ne Getirdi?, Ulusal Aktivite Seyiri / Hedefler” gibi güncel konu başlıkları tartışmaya açılacak.
Kemik İliği Transplantasyonu ve Kök Hücre Tedavileri Kongresi 4 - 6 Mart tarihlerinde Antalya'da yapılacak. Kongrede önemli birçok konu uzmanlar tarafından tartışılacak.

Dünyada 1960’lı yıllarda başlamış ve 1980’li yıllarda yaygınlaşmış olan Kemik İliği Transplantasyonu, ülkemizde başlangıçta 1-2 merkezde yılda 10’un altında yapılmaktayken, bugün 30’dan fazla merkezde, yılda 1000’in üzerinde yapılmakta. Günümüzde, Kemik İliği Transplantasyonu ile başarı oranı yüzde 90’lara kadar varmakta ve bu alanda her geçen gün yeni bilgiler ve çalışma sonuçları açıklanmaktadır.

THD ve Kongre Başkanı Prof. Dr. Muhit ÖZCAN, "Kemik iliği ve kök hücre nakilleri, ölümcül olabilen kan ve bağışıklık sistemi hastalıklarının tedavisinde başarıyla uygulanan bir yöntem olma özelliğini korumaktadır. Bugün sıklıkla Lösemi, Aplastik anemi, Hodgkin hastalığı gibi çeşitli lenfomalar, bağışıklık sistemi hastalıkları ile over kanseri gibi bazı somut tümörlerin tedavisinde kök hücre nakli sıklıkla kullanılmakta, bu tedaviler sayesinde lösemiyi yenmekte önemli adımlar atılmaktadır" diyor.

Türk Hematoloji Derneği, Kemik İliği Transplantasyonu ve Kök Hücre Tedavileri konusunda, Amerika ve Avrupa’dan sonra en önemli ve en büyük üçüncü kongreyi yapmaya hazırlanıyor. Alanda yaşanan gelişmelerin bir yol göstericisi olan kongreye yurt içi ve yurt dışından birçok uzman katılım sağlayacak. Bilimsel program olarak oldukça yoğun olan kongrede; “Kök Hücre Kaynağı ve Hazırlık Rejimi Belirlenmesi, İmmün Yeniden Yapılanma ve Aşılamalar, Ulusal pediatrik HKHT aktivitesinin değerlendirilmesi, Çocukluk çağı lösemilerinde HKHT endikasyonları, Komplikasyonlarda Korunma/Takip gibi konu başlıklarının yanısıra; “Akraba Dışı Tarama Süreci /Sorunlar, Tam Gün Yasası ne Getirdi?, Ulusal Aktivite Seyiri / Hedefler” gibi güncel konu başlıkları tartışmaya açılacak.
Devamını Oku

Dokuz aylıkken ne olacağı belli oluyor

Dokuz aylık olana kadar gelişimsel dönüm noktalarını aşamayan çocukların, okulda zorluk çekme olasılıklarının çok daha yüksek olduğu bildirildi.

Guardian gazetesindeki habere göre, Birleşik Krallık'ta yaklaşık 15 bin çocuk üzerinde yapılan araştırmada, dokuz aylıkken motor becerilerini geliştirmekte yavaş olan bebeklerin, bilişsel gelişim açısından önemli ölçüde geri kalma ve 5 yaşına geldiklerinde söz dinlememe olasılıklarının daha fazla olduğu gözlendi.

Londra Üniversitesi Eğitim Enstitüsünün 2000 ve 2001 yıllarında doğan çocuklar üzerinde yaptığı araştırma çerçevesinde, 5 yaşına geldiklerinde bu çocuklara kelime haznesi, uzamsal akıl yürütme ve resimlerle ilgili birtakım testler yapıldı ve bu testlerin sonuçları, daha önceki yıllarda yapılan değerlendirmelerle karşılaştırıldı.

Araştırmada, 5 yaşındaki çocuklara yapılan testlerin sonuçlarıyla, bebeklerin sürünme gibi kaba motor gelişimi ve nesneleri parmaklarıyla tutma gibi ince motor gelişimini irdeleyen testlerdeki becerileriyle çok güçlü bir bağ bulunduğu görüldü.

Kitap okumak çok faydalı

Aynı zamanda 3 yaşındayken her gün kitap okunan çocukların, 5 yaşına geldiklerinde geniş bir konu haznesine sahip olabilecekleri ortaya çıktı.

Araştırmacılar, dokuz aylıkken yardımsız oturma, sürünme, ayakta durma ve ilk adımlarını atmayla bağlantılı kaba motor gelişimlerindeki dört dönüm noktasını aşmayı başaramayan çocukların, 5 yaşına geldiklerinde bilişsel beceri testlerinde ortalamanın 5 puan gerisinde olduklarını gözlemlediler.
Dokuz aylık olana kadar gelişimsel dönüm noktalarını aşamayan çocukların, okulda zorluk çekme olasılıklarının çok daha yüksek olduğu bildirildi.

Guardian gazetesindeki habere göre, Birleşik Krallık'ta yaklaşık 15 bin çocuk üzerinde yapılan araştırmada, dokuz aylıkken motor becerilerini geliştirmekte yavaş olan bebeklerin, bilişsel gelişim açısından önemli ölçüde geri kalma ve 5 yaşına geldiklerinde söz dinlememe olasılıklarının daha fazla olduğu gözlendi.

Londra Üniversitesi Eğitim Enstitüsünün 2000 ve 2001 yıllarında doğan çocuklar üzerinde yaptığı araştırma çerçevesinde, 5 yaşına geldiklerinde bu çocuklara kelime haznesi, uzamsal akıl yürütme ve resimlerle ilgili birtakım testler yapıldı ve bu testlerin sonuçları, daha önceki yıllarda yapılan değerlendirmelerle karşılaştırıldı.

Araştırmada, 5 yaşındaki çocuklara yapılan testlerin sonuçlarıyla, bebeklerin sürünme gibi kaba motor gelişimi ve nesneleri parmaklarıyla tutma gibi ince motor gelişimini irdeleyen testlerdeki becerileriyle çok güçlü bir bağ bulunduğu görüldü.

Kitap okumak çok faydalı

Aynı zamanda 3 yaşındayken her gün kitap okunan çocukların, 5 yaşına geldiklerinde geniş bir konu haznesine sahip olabilecekleri ortaya çıktı.

Araştırmacılar, dokuz aylıkken yardımsız oturma, sürünme, ayakta durma ve ilk adımlarını atmayla bağlantılı kaba motor gelişimlerindeki dört dönüm noktasını aşmayı başaramayan çocukların, 5 yaşına geldiklerinde bilişsel beceri testlerinde ortalamanın 5 puan gerisinde olduklarını gözlemlediler.
Devamını Oku

Otistiklere spreyle gelen umut

Kadınlarda süt üretimini, doğum yaklaştığı zaman rahim kaslarının kasılmasını sağlayan oksitosin hormonunun otistiklerin iletişim ve sosyal ilişkiler kurmasına yardımcı olabileceği bildirildi.

Fransa'da bilim adamlarının yaptığı araştırmada, burun spreyi ile bu hormonun verildiği bazı otistikler iletişim kurabildi ve sosyal ilişkiler kurabildi.

Bilim adamları, duyguların idaresinde de önemli rol oynayan ve "sevgi hormonu" olarak da adlandırılan bu hormonun etkisini top oyunu ve yüzlerin tanınmasıyla ilgili testlerle anlamaya çalıştı. Bilim adamları, bazı otistiklere bu hormonu verirken, etkiyi, plasebo (sahte ilaç) verilen gruptaki hastalar ve hasta olmayanlarla karşılaştırdı.

Top oyununda biri sürekli ona top atan, biri hiç top atmayan ve diğeri topu hem ona hem de başkalarına atan 3 kişi karşısında bu hormonun verildiği bazı otistikler, topu yakaladığında parayla ödüllendirildi ve sürekli kendisine top atan kişiyle oynamak istedi. Dolayısıyla oksitosinin en iyi "oyun arkadaşının" seçilmesini sağladığı görüldü. Plasebo verilenler ise topu 3 kişiye rastgele gönderdi.

İkinci testte araştırmacılar, birkaç tane yüz fotoğrafını otistiklere gösterdi ve hastaların göz hareketlerini kaydetti. Plasebo verilenlerin fotoğraflara bakmadığı görülürken, oksitosin verilenlerden bazılarının fotoğraflarla ilgilendiği belirlendi.

"Proceedings of the National Academy of Sciences" dergisinde yayımlanan araştırmada Angela Sirigu ve ekibi, tüm hastaların oksitosine aynı şekilde "karşılık vermemesi" hatta bazı hastaların hormondan hiç etkilenmemesi ya da aynı hastanın hormondan top oyununda ve yüz testinde farklı şekilde etkilenmesi nedeniyle bu konuda çok daha fazla araştırma yapılması gerektiğini vurguladı.

Fransız "Le Nouvel Observateur" dergisinin internet sitesinde de yer alan araştırmada, bilim adamları yine de bu bulguların otizmin tedavisinde yeni yöntemlerin yolunu açabileceğini, hormonun uzun vadedeki etkisinin araştırılması gerektiğini belirtti.
Kadınlarda süt üretimini, doğum yaklaştığı zaman rahim kaslarının kasılmasını sağlayan oksitosin hormonunun otistiklerin iletişim ve sosyal ilişkiler kurmasına yardımcı olabileceği bildirildi.

Fransa'da bilim adamlarının yaptığı araştırmada, burun spreyi ile bu hormonun verildiği bazı otistikler iletişim kurabildi ve sosyal ilişkiler kurabildi.

Bilim adamları, duyguların idaresinde de önemli rol oynayan ve "sevgi hormonu" olarak da adlandırılan bu hormonun etkisini top oyunu ve yüzlerin tanınmasıyla ilgili testlerle anlamaya çalıştı. Bilim adamları, bazı otistiklere bu hormonu verirken, etkiyi, plasebo (sahte ilaç) verilen gruptaki hastalar ve hasta olmayanlarla karşılaştırdı.

Top oyununda biri sürekli ona top atan, biri hiç top atmayan ve diğeri topu hem ona hem de başkalarına atan 3 kişi karşısında bu hormonun verildiği bazı otistikler, topu yakaladığında parayla ödüllendirildi ve sürekli kendisine top atan kişiyle oynamak istedi. Dolayısıyla oksitosinin en iyi "oyun arkadaşının" seçilmesini sağladığı görüldü. Plasebo verilenler ise topu 3 kişiye rastgele gönderdi.

İkinci testte araştırmacılar, birkaç tane yüz fotoğrafını otistiklere gösterdi ve hastaların göz hareketlerini kaydetti. Plasebo verilenlerin fotoğraflara bakmadığı görülürken, oksitosin verilenlerden bazılarının fotoğraflarla ilgilendiği belirlendi.

"Proceedings of the National Academy of Sciences" dergisinde yayımlanan araştırmada Angela Sirigu ve ekibi, tüm hastaların oksitosine aynı şekilde "karşılık vermemesi" hatta bazı hastaların hormondan hiç etkilenmemesi ya da aynı hastanın hormondan top oyununda ve yüz testinde farklı şekilde etkilenmesi nedeniyle bu konuda çok daha fazla araştırma yapılması gerektiğini vurguladı.

Fransız "Le Nouvel Observateur" dergisinin internet sitesinde de yer alan araştırmada, bilim adamları yine de bu bulguların otizmin tedavisinde yeni yöntemlerin yolunu açabileceğini, hormonun uzun vadedeki etkisinin araştırılması gerektiğini belirtti.
Devamını Oku

İlaç Krizi Aşıldı

Sosyal Güvenlik Kurumu ile eczacılar arasında anlaşma sağlandı. Buna göre, daha önce SGK ile Türk Eczacıları Birliği (TEB) arasındaki sözleşme geçerli olacak ve imzalar kısa sürede atılacak. SGK, geçtiğimiz ay eczanelerin yaptığı grevin ardından TEB ile sözleşmesini feshetmiş ve tek tek sözleşme yapılacağını açıklamıştı.


Serbest eczaneler, Türk Eczacıları Birliği (TEB) ile Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) arasında serbest eczanelerden ilaç alımında geçerli olan ve daha önce imzalanan protokol çerçevesinde bu ay itibarıyla sözleşme yenileyecek.


Bu çerçevede, eczaneler, her yıl olduğu gibi TEB tarafından bastırılan sözleşmeyi imzalayacak.


YİNE TEB ÜZERİNDEN YAPILACAK


TEB yetkililerinden alınan bilgiye göre, SGK ile yürütülen görüşmeler çerçevesinde TEB ile kurum arasında daha önce imzalanan protokol geçerliliğini koruyacak.


SGK'nın dün TEB'e gönderdiği yazıda, 19 Ocak 2009 tarihinde imzalanan protokole göre, kurumun serbest eczanelerle sözleşme yapması gerektiği hatırlatıldı.


Buna göre, eczanelerin TEB tarafından bastırılmış bu protokole uygun “tip sözleşmeleri” kullanacağı belirtilen yazıda, bu sözleşmenin basım ve dağıtımının da yine Birlik tarafından yapılacağı bildirildi.


Sözleşmelerin her yıl şubat ayında yenilenmesi gerektiği kaydedilen yazıda, sözleşme yenilenmesine ilişkin işlemlerin SGK il müdürlüklerince yürütüleceği belirtildi.


SGK daha önce eczanelerin yaptığı grevin ardından TEB ile sözleşmesini feshetmiş ve tek tek sözleşme yapılacağını açıklamıştı.


TEB'İN DUYURUSU


TEB'in internet sitesinde de eczanelerle sözleşmelerin yenilenmesine ilişkin bir duyuru yayımlandı. TEB Genel Sekreteri Özgür Özel imzalı duyuruda, bu yıl Kurum ile sözleşme yenileyecek eczaneler tarafından uygulanacak iskonto oranının protokolde yer aldığı belirtilerek, buna göre, indirim oranlarının protokol tarihinden itibaren bir önceki yılın satış hasılatı üzeriden uygulanacağı bildirildi.


Açıklamaya göre, indirim oranları şöyle olacak:


350 bin TL'ye kadar satış hasılatı olan eczaneler tarafından yüzde 0,
350 bin - 600 bin TL arasında satış hasılatı olan eczaneler tarafından yüzde 1,
600 bin - 900 bin TL arasında satış hasılatı olanlar tarafından yüzde 1.5,
900 bin TL üzerindeki satış hasılatı olanlar tarafından yüzde 2,5.



Eczane indirimleri, imalatçı ve ithalatçı indirimi yapılarak depocuya satış fiyatı üzerinden depocu ve eczacı kar oranları uygulandıktan sonra ulaşılan fiyattan yapılacak. Duyuruda, sözleşmelerin 1 marta kadar yenilenmesi gerektiği de belirtildi.
Sosyal Güvenlik Kurumu ile eczacılar arasında anlaşma sağlandı. Buna göre, daha önce SGK ile Türk Eczacıları Birliği (TEB) arasındaki sözleşme geçerli olacak ve imzalar kısa sürede atılacak. SGK, geçtiğimiz ay eczanelerin yaptığı grevin ardından TEB ile sözleşmesini feshetmiş ve tek tek sözleşme yapılacağını açıklamıştı.


Serbest eczaneler, Türk Eczacıları Birliği (TEB) ile Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) arasında serbest eczanelerden ilaç alımında geçerli olan ve daha önce imzalanan protokol çerçevesinde bu ay itibarıyla sözleşme yenileyecek.


Bu çerçevede, eczaneler, her yıl olduğu gibi TEB tarafından bastırılan sözleşmeyi imzalayacak.


YİNE TEB ÜZERİNDEN YAPILACAK


TEB yetkililerinden alınan bilgiye göre, SGK ile yürütülen görüşmeler çerçevesinde TEB ile kurum arasında daha önce imzalanan protokol geçerliliğini koruyacak.


SGK'nın dün TEB'e gönderdiği yazıda, 19 Ocak 2009 tarihinde imzalanan protokole göre, kurumun serbest eczanelerle sözleşme yapması gerektiği hatırlatıldı.


Buna göre, eczanelerin TEB tarafından bastırılmış bu protokole uygun “tip sözleşmeleri” kullanacağı belirtilen yazıda, bu sözleşmenin basım ve dağıtımının da yine Birlik tarafından yapılacağı bildirildi.


Sözleşmelerin her yıl şubat ayında yenilenmesi gerektiği kaydedilen yazıda, sözleşme yenilenmesine ilişkin işlemlerin SGK il müdürlüklerince yürütüleceği belirtildi.


SGK daha önce eczanelerin yaptığı grevin ardından TEB ile sözleşmesini feshetmiş ve tek tek sözleşme yapılacağını açıklamıştı.


TEB'İN DUYURUSU


TEB'in internet sitesinde de eczanelerle sözleşmelerin yenilenmesine ilişkin bir duyuru yayımlandı. TEB Genel Sekreteri Özgür Özel imzalı duyuruda, bu yıl Kurum ile sözleşme yenileyecek eczaneler tarafından uygulanacak iskonto oranının protokolde yer aldığı belirtilerek, buna göre, indirim oranlarının protokol tarihinden itibaren bir önceki yılın satış hasılatı üzeriden uygulanacağı bildirildi.


Açıklamaya göre, indirim oranları şöyle olacak:


350 bin TL'ye kadar satış hasılatı olan eczaneler tarafından yüzde 0,
350 bin - 600 bin TL arasında satış hasılatı olan eczaneler tarafından yüzde 1,
600 bin - 900 bin TL arasında satış hasılatı olanlar tarafından yüzde 1.5,
900 bin TL üzerindeki satış hasılatı olanlar tarafından yüzde 2,5.



Eczane indirimleri, imalatçı ve ithalatçı indirimi yapılarak depocuya satış fiyatı üzerinden depocu ve eczacı kar oranları uygulandıktan sonra ulaşılan fiyattan yapılacak. Duyuruda, sözleşmelerin 1 marta kadar yenilenmesi gerektiği de belirtildi.
Devamını Oku

Fazla et tüketenler hasta oluyor !

Melbourne Üniversitesi tarafından yapılan araştırmalar gereğinden fazla kırmızı et tüketiminin 'Sarı Nokta' hastalığını artırdığını gösterdi. Buna karşılık sebze ağırlıklı beslenmenin de bu riski azalttığı ortaya çıktı. Avusturalya'da yedi bin kişi üzerinde yapılan araştırma sonucunda, haftada 10 defadan fazla kırmızı et tüketen kişilerin, beş kereden daha az yiyenlere oranla hastalığa yakalanma riskinin yüzde 47 daha fazla olduğu belirlendi. Koyu yeşil lifli sebzeler, antioksidan özelliği ve güçlü lutein içeriği ile 'Sarı Nokta' hastalığına karşı koruyabiliyor. Lutein; en çok ıspanak ve brokoli gibi yeşil sebze ve sarı renkli meyvelerde bulunuyor.
Melbourne Üniversitesi tarafından yapılan araştırmalar gereğinden fazla kırmızı et tüketiminin 'Sarı Nokta' hastalığını artırdığını gösterdi. Buna karşılık sebze ağırlıklı beslenmenin de bu riski azalttığı ortaya çıktı. Avusturalya'da yedi bin kişi üzerinde yapılan araştırma sonucunda, haftada 10 defadan fazla kırmızı et tüketen kişilerin, beş kereden daha az yiyenlere oranla hastalığa yakalanma riskinin yüzde 47 daha fazla olduğu belirlendi. Koyu yeşil lifli sebzeler, antioksidan özelliği ve güçlü lutein içeriği ile 'Sarı Nokta' hastalığına karşı koruyabiliyor. Lutein; en çok ıspanak ve brokoli gibi yeşil sebze ve sarı renkli meyvelerde bulunuyor.
Devamını Oku

Gribin tedavisi yatak istirahatı!

* Ağır bir grip geçirdim. Üzerinden iki hafta geçti ama hâlâ toparlanamadım. Ne yapmalıyım? M.D./İzmir
Gribin istirahat dönemi mutlaka tam olmalıdır. Çünkü tedavisi yatak istirahatıdır. Gribe yakalanan kişilerin mutlaka vitamin yönünden zengin sebze ve meyvelerle beslenmeleri gerekir.

Elma, portakal yiyin
Bazen gripten sonra toparlanma dönemi üç veya dört hafta sürebilir. Vücudun kendini tam olarak toparlayabilmesi için bu dönemde istirahat ön planda olmalıdır. Yine bu kişilerin bol bol C vitamini almaları veya elma, portakal, mandalina gibi C vitamininden zengin meyveleri bolca tüketmeleri gerekir. Bağışıklık sistemini güçlendirdiği sanılan balık yağı veya O**** 3 yönünden zengin yağlarla beslenmeye ağırlık verilmesi de şarttır.

Yorgunluğun nedeni kişiden kişiye değişiklik gösterir
* Sabahları çok yorgun uyanıyor, yataktan kalkamıyorum. Vitamin almam gerekir mi? A.Ö./İstanbu
Girmekte olduğumuz mevsim nedeniyle bahar yorgunluğu çok yaygın bir şikâyet konusu. Genelde kadınlarda menopoz, erkeklerde de andropoz döneminde, bağışıklık sisteminin dengesizleştiği, kemik metabolizmasının anormalleştiği bir zaman diliminde karşımıza çıkar. Ayrıca stres, günde 8-14 saat arasında değişen aşırı bedensel ve fikirsel çalışmalar, 20 yaş üstündeki genç insanlarda da kronik yorgunluk sendromuna yol açan faktörlerdir. Vitamin takviyesiyle birlikte kansızlığın düzeltilmesi de yararlı olabilir. Kronik yorgunluk sendromunun altında yatan olası sebep mutlaka araştırılmalıdır. Kansızlık, demir eksikliği, gizli şeker, hipoglisemi (düşük şeker), tiroit bezinin az çalışması gibi rahatsızlıklar varsa ortaya çıkartılmalıdır.

Sigarayı bırakın!
Tedaviyle bu rahatsızlıkların düzelmesi mümkündür. Vitamin olarak daha çok C, düşük doz A, B ve E vitamini tedaviye yardımcı olur. Yorgunluk şikâyeti olan hastalarda, kişinin aldığı ve yaktığı kalori dengeli olmalı, mutlaka spor yapılmalıdır. Özellikle yürüyüş, yüzme ve bisiklet gibi sporlar tavsiye edilmektedir. Uyku düzeni mutlaka ayarlanmalı, kişi sekiz saat uyumalıdır. Alkol ve sigara tüketimi kısıtlanmalı, şişmanlıkla da mücadele edilmelidir.

B12'nin etkisi var mı yok mu?
* Her şeyi unutuyorum. Herkes B12 almamı tavsiye ediyor. Doktora sormadan almam doğru mu? S.B./SivasB12 vitamininin unutkanlığa olan etkisi hâlâ tartışma konusudur. Kabul edenlerin yanı sıra hiçbir etkisi olmadığını ileri sürenler de çok sayıdadır. Yaşla birlikte gelişen unutkanlıkta daha çok damar tıkanıklıkları veya buna benzer damar hastalıkları söz konusu olduğundan B12 vitamininin hiçbir etkisi yoktur. Tedaviyle ancak B12 vitamini eksikliğine bağlı kansızlıklarla gelişen nöropati ya da sinir ucu iltihaplarından yararlı sonuç alınabilir. Çoğu bilim adamı B12 vitamininin unutkanlığa iyi geldiği yolundaki iddiayı fantezi olarak kabul etmektedir.

B12 düzeyine baktırın
Zaman zaman kandaki B12 düzeyine baktırmak ve düşük sonuç alınırsa takviye etmek faydalıdır. Çoğu defa kan düzeyi yüksek olan kişilerin de boş yere B12 vitamini aldıkları görülmektedir.
* Ağır bir grip geçirdim. Üzerinden iki hafta geçti ama hâlâ toparlanamadım. Ne yapmalıyım? M.D./İzmir
Gribin istirahat dönemi mutlaka tam olmalıdır. Çünkü tedavisi yatak istirahatıdır. Gribe yakalanan kişilerin mutlaka vitamin yönünden zengin sebze ve meyvelerle beslenmeleri gerekir.

Elma, portakal yiyin
Bazen gripten sonra toparlanma dönemi üç veya dört hafta sürebilir. Vücudun kendini tam olarak toparlayabilmesi için bu dönemde istirahat ön planda olmalıdır. Yine bu kişilerin bol bol C vitamini almaları veya elma, portakal, mandalina gibi C vitamininden zengin meyveleri bolca tüketmeleri gerekir. Bağışıklık sistemini güçlendirdiği sanılan balık yağı veya O**** 3 yönünden zengin yağlarla beslenmeye ağırlık verilmesi de şarttır.

Yorgunluğun nedeni kişiden kişiye değişiklik gösterir
* Sabahları çok yorgun uyanıyor, yataktan kalkamıyorum. Vitamin almam gerekir mi? A.Ö./İstanbu
Girmekte olduğumuz mevsim nedeniyle bahar yorgunluğu çok yaygın bir şikâyet konusu. Genelde kadınlarda menopoz, erkeklerde de andropoz döneminde, bağışıklık sisteminin dengesizleştiği, kemik metabolizmasının anormalleştiği bir zaman diliminde karşımıza çıkar. Ayrıca stres, günde 8-14 saat arasında değişen aşırı bedensel ve fikirsel çalışmalar, 20 yaş üstündeki genç insanlarda da kronik yorgunluk sendromuna yol açan faktörlerdir. Vitamin takviyesiyle birlikte kansızlığın düzeltilmesi de yararlı olabilir. Kronik yorgunluk sendromunun altında yatan olası sebep mutlaka araştırılmalıdır. Kansızlık, demir eksikliği, gizli şeker, hipoglisemi (düşük şeker), tiroit bezinin az çalışması gibi rahatsızlıklar varsa ortaya çıkartılmalıdır.

Sigarayı bırakın!
Tedaviyle bu rahatsızlıkların düzelmesi mümkündür. Vitamin olarak daha çok C, düşük doz A, B ve E vitamini tedaviye yardımcı olur. Yorgunluk şikâyeti olan hastalarda, kişinin aldığı ve yaktığı kalori dengeli olmalı, mutlaka spor yapılmalıdır. Özellikle yürüyüş, yüzme ve bisiklet gibi sporlar tavsiye edilmektedir. Uyku düzeni mutlaka ayarlanmalı, kişi sekiz saat uyumalıdır. Alkol ve sigara tüketimi kısıtlanmalı, şişmanlıkla da mücadele edilmelidir.

B12'nin etkisi var mı yok mu?
* Her şeyi unutuyorum. Herkes B12 almamı tavsiye ediyor. Doktora sormadan almam doğru mu? S.B./SivasB12 vitamininin unutkanlığa olan etkisi hâlâ tartışma konusudur. Kabul edenlerin yanı sıra hiçbir etkisi olmadığını ileri sürenler de çok sayıdadır. Yaşla birlikte gelişen unutkanlıkta daha çok damar tıkanıklıkları veya buna benzer damar hastalıkları söz konusu olduğundan B12 vitamininin hiçbir etkisi yoktur. Tedaviyle ancak B12 vitamini eksikliğine bağlı kansızlıklarla gelişen nöropati ya da sinir ucu iltihaplarından yararlı sonuç alınabilir. Çoğu bilim adamı B12 vitamininin unutkanlığa iyi geldiği yolundaki iddiayı fantezi olarak kabul etmektedir.

B12 düzeyine baktırın
Zaman zaman kandaki B12 düzeyine baktırmak ve düşük sonuç alınırsa takviye etmek faydalıdır. Çoğu defa kan düzeyi yüksek olan kişilerin de boş yere B12 vitamini aldıkları görülmektedir.
Devamını Oku

Aşk acısı çekenlerde 'Zig Zag' dönemi başlıyor

'Sevilen kişinin kaybı ihanet ve travma yaratır' diyen Prof. Dr. Sedat Özkan aldatılan kişilerin yaşadıklarını şöyle özetliyor: Ayrılanlar 'Zig Zag' adını verdiğimiz pazarlık sürecini yaşar. Egosu olmayanlar ayrılığı hafif atlatır
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve Konsültasyon-Liyezon Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sedat Özkan, aşk acısının belirtilerinden tedavisine kadar merak edilen tüm soruları yanıtladı. Özkan mutluluk formülü de verdi.

Aşkın süresini uzatmanın yolları nelerdir?
Kişi sanat, spor, felsefe ve şiirle hayatını ne kadar zenginleştirirse, o ölçüde duygusal olgunluk ve yoğunluk yaşar. Bu da ilişkiye dinamizm ve zenginlik katarak, besler. Burada önemli olan ilişkiyi sürdürme tarzıdır. İnsanlar doğru tercih yapsalar bile, ilişki sürdürme tarzları yanlış ise ilişki de zamanla tükenir. İlişki durağan değildir, sürekli değişen koşullara uyum gerektirir. Kişiler sevdikleri insanın duygusal, zihinsel ve sosyal gereksinimlerini fark edip, ortak paylaşımlarını sürekli kılmalılardır.

Evlilikte aşkın bitmesinde ailedeki diğer üyelerin de etkisi olabiliyor. Bu riski en aza indirmenin yolları neler?
Çekirdek ailenin pekiştirilmesi gerekiyor. Çocukların hangi okula gideceğine kadar olan bütün kararları karı-kocanın birlikte alması çok önemli. Üçüncü kişiler de eşler arasındaki karar sürecine karışmamalıdır. Roller ve işlevlerin çatışmaması gerekiyor. Kadın; annedir, çalışan kadındır, bireydir... Erkek de yerine göre baba, koca, işadamı, çalışan kişi, taraftardır... Çiftler birbirlerinin diğer kimliklerini de kucaklamalı ve saygı duymalıdır. İlişkinin mahremiyeti de unutulmamalıdır.

RUTİNLEŞMEYE DİKKAT!
Evlilik aşkı öldürürü mü?
Bu, bir beceriksizliktir. Aşkın bedensel ve ruhsal boyutlarıyla yaygınlaşması ilişkiyi pekiştirir. Evlilik psikolojik bir kavramdır, iki kişinin kendi koydukları ortak iradedir. Olgunlaşan egonun diğer bir egoyla bütünleşmesidir. İki kişinin çevredekiler tarafından bir bütün olarak algılanmasıdır. Psikolojik bütünleşmeyi yaşayan kişi, evliliğe hazırdır. Hukuk ve evlilik kurumu, bozuk ilişkileri sürdürmeye yetmez. Ancak sağlam bir ilişkide güven ve sadakat ile birlikte sosyal ve hukuki kurumsallaşmadan çekinmez. Kişi rutinleşirse, ilişki de rutinleşir. Ancak birlikteliklere yenilikler ve tazelikler katılırsa, ilişki rutinleşmez. Kişilerin rutinleşmesi ilişkiyi de rutinleştirir. Bundan kaçınmak gerekir.

BÜYÜK KUTLAMALARI KÜÇÜLTÜN
Sevgililer Günü gibi özel günler, beklentiler nedeniyle sorun mu yaratır, yoksa sürprizler ilişkiye renk mi katar?
Birbirini seven insanlar, duygularını ifade etmeye fırsat verecek her durumu değerlendirmeliler. Geleneksel toplumlarda sevginin ifadesi biraz sınırlandırılmıştır. Özel günlerde şatafatlı, abartılı beklentilerden de kaçınmak gerekir. Kişi zaten özel olduğunu hissediyorsa, küçük mesajlar yeterlidir. Kişi ilişkide özel olduğunu hissetmiyorsa, güven yoksa hiç fayda etmez.

Aşık olan kişi aldatır mı?
Aşık olan kişi aldatmaz. Aşkta doğası gereği aldatma olmaz. Çünkü aşkta o kişiyi incitmemek onun biyolojik ve sosyolojik varlık alanlarına değer vermek esastır. Aldatıyorsa, kişiliği ile ilgili zafiyeti vardır.

AŞKI NELER BİTİRİR?
Sadakatsizlik
Sözel ve duygusal şiddet
Kişiliğine saygısızlık
Açık iletişimin olmaması
Paylaşımların gittikçe azalması
Farklı beklentilere yönelme
Dünyayı birlikte kucaklayamama
Fedakârlıktan sakınma
Krizlere karşı dirençli olamama
Suçlayıcı tutumlar geliştirme
Karar süreçlerinde birlikte davranmama
Duygusal yoksunluk

MUTLULUK İÇİN AKIL GEREK
Aşk acısı nedir?
Aşık olduğu kişiye kavuşamamasıdır, terk edilme, ihanet ve sevdiği kişiyi kaybetmesidir. 'Love is what does love' (Aşk kendi önünü açar)... Yeter ki ilişki akla aykırı olmasın, aşk kendi önünü açar, kendi koşullarını yaratır. Sevilen kişinin kaybı en trajik aşk acısıdır. Sevilen kişinin kaybı yas reaksiyonu; ihanet ise travma yaratır.

Aşk dolu, sağlıklı ve mutlu bir birlikteliğin anahtarı nedir?
Aşk da mutluluk hem yürek hem akıl gerektirir. Sadece duygu ve dürtü ile de değil duygu, tutku, akıl, emek, sorumluluk, çalışma, sadakat, olgunlaşmış ego ve akılla sağlanır.

AMELİYAT İZİ GİBİDİR
Aşk acısı çekenlere ilaç tedavisi mi, psikoterapi mi uygulanıyor?
İlaç tedavisi öncelikli değildir. Ölüme bağlı ayrılıklarda ilaç tedavisi gündeme gelebilir. Eğer her iki kişi de başkalarına aşık olmamışsa, yaşananlardan sonra üzüntü yaşanıyorsa, ilişkide restorasyon mümkün olabilir.

Aldatmanın yaşandığı ilişki sağlıklı devam edebilir mi?
Aldatmanın izi ameliyat izi gibi kalıcıdır. Kimi zaman erkekler hem eşiyle hem de diğer sevgilisiyle ilişkisini sürdürmek ister. Bu durum kadını travmatize eder. Kadının kocasının bu isteğini kabul eder gibi gözükmesi psikolojik illüzyondur. Seven hiçbir kadın ya da erkek, sevdiğini başka bir insanla paylaşmayı düşünemez. Aldatıldığı gerçeği ile yaşayan kadınlar er ya da geç psikolojik sıkıntı yaşayacaklardır. İlişki mutlaka zedelenecektir.

ACININ SÜRESİ İKİ İLE ALTI AY ARASINDA DEĞİŞİYOR
Aşk acısı nasıl tedavi ediliyor? Her ayrılıkta tedaviye ihtiyaç duyulur mu?
Aşk acısı iki ile altı ay arasında sürüyor. Burada ilişkinin süresi değil, niteliği ön plana çıkıyor. Öfke, kin, hırs, üzüntü, acı ve elem yaşanıyor. Duygusal muhasebenin ardından akıl öne çıkıyor. İlk günler riskli, ilk iki gün ve iki hafta kritik geçiyor. Kendini kontrol etme güçlüğü varsa, işini sürdüremiyor. Böyle bir travma yaşayanlara biz, profesyonel yardım öneriyoruz. Sakin olmalarını ve ani kararlar vermemelerini tavsiye ediyoruz.

ERKEKLER AZ ACI ÇEKER
Aşk acısı kadın ve erkeklerde farklı tablolara neden oluyor mu?
Kadınlarda iki kutupçu tutum ortaya çıkıyor; 'çaresiz' ya da 'saldırgan'... Aşk acısı çeken erkeklerde profesyonel yardım için başvuru kadınlara oranla çok daha azdır. Erkekler, aşk acısını daha rahat atlatıyor. Aldatılan erkek eğer evliyse, hemen boşanıyor. Klinisyen olarak izlenimim; aldatılan kadınlarda erkeğin tutumunu kaza gibi algılama eğilimi fazla. Eğer ilişkinin zemini köklüyse, çiftler ilişkilerini 'kazadan' arındırıp sürdürebiliyorlar. İlişki kurumuşsa, ya boşanıyorlar ya da aldatmaya devam ediyorlar.

SORUNU BEYİNDE ÇÖZÜN, VÜCUDUNUZ HASTA OLMASIN!
Aşk acısının fiziksel yansımaları var mı?
Psikolojik acıyı hafifletmek için fiziksel belirtilerle acıyı ortaya koyma yönünde bilinçdışı yönelim vardır. En fazla ağrı yakınması görülür. Bu ağrı, bastırılmış öfkenin bedenselleştirilmesidir. Çoğul, değişken ağrı yakınmaları ile doktora başvuranlarda psikolojik faktörler de araştırılmalıdır. Bunun dışında hangi organ sistemi zayıf ise, bu sistemde belirti düzeyinde yakınmalar olur. Sorun beyinde çözülmediyse, beden hasta olacaktır ve mutsuzluk devam edecektir.

İHANET VARSA ÇATIŞMALI BİR DÖNEM BAŞLAR!
Aşk acısıyla birlikte hangi tepkiler ortaya çıkar?
Eğer bir kayıp varsa, aşık olduğu kişi yaşamını yitirmiş ise o zaman kısa, orta ve uzun dönemli yas yaşanır. Mutlu ve doygun ilişkisi olanlar sevdiğini kaybettiğinde olgun kabulleniş gösterir. İhanet ve terk edilme olduğunda ise çatışmalı bir dönem başlar. Burada öfke ve travma en öndeki duygudur. Yaşanan süreç şöyledir; inkar etme dönemi, kabullenme ve sorgulama... Kişi, her şeyi sorgulayarak öfke ve travmanın nedenlerini anlamaya çalışır. İlişkinin yeniden devam etmesi, ilişki ile ilgili olasılıkları gündeme getirir. Bu duruma biz 'Zig Zag' dönemi diyoruz. Bu dönemde "Lanet etme, karşı tarafı suçlama ve kendini eleştirme..." gibi diye birçok duygu art arda yaşanır. Travmanın etkisiyle yeni maceralara yönelinebilir. Egoyu tamir etmeden yeni ilişkilere başlamak, yeni travmalara yol açar. Travmatik süreç tamamlanmadan yeni bir ilişkiye başlamak doğru değildir. Egosu olmayanlar ayrılık acısını daha kolay atlatır.
'Sevilen kişinin kaybı ihanet ve travma yaratır' diyen Prof. Dr. Sedat Özkan aldatılan kişilerin yaşadıklarını şöyle özetliyor: Ayrılanlar 'Zig Zag' adını verdiğimiz pazarlık sürecini yaşar. Egosu olmayanlar ayrılığı hafif atlatır
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve Konsültasyon-Liyezon Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sedat Özkan, aşk acısının belirtilerinden tedavisine kadar merak edilen tüm soruları yanıtladı. Özkan mutluluk formülü de verdi.

Aşkın süresini uzatmanın yolları nelerdir?
Kişi sanat, spor, felsefe ve şiirle hayatını ne kadar zenginleştirirse, o ölçüde duygusal olgunluk ve yoğunluk yaşar. Bu da ilişkiye dinamizm ve zenginlik katarak, besler. Burada önemli olan ilişkiyi sürdürme tarzıdır. İnsanlar doğru tercih yapsalar bile, ilişki sürdürme tarzları yanlış ise ilişki de zamanla tükenir. İlişki durağan değildir, sürekli değişen koşullara uyum gerektirir. Kişiler sevdikleri insanın duygusal, zihinsel ve sosyal gereksinimlerini fark edip, ortak paylaşımlarını sürekli kılmalılardır.

Evlilikte aşkın bitmesinde ailedeki diğer üyelerin de etkisi olabiliyor. Bu riski en aza indirmenin yolları neler?
Çekirdek ailenin pekiştirilmesi gerekiyor. Çocukların hangi okula gideceğine kadar olan bütün kararları karı-kocanın birlikte alması çok önemli. Üçüncü kişiler de eşler arasındaki karar sürecine karışmamalıdır. Roller ve işlevlerin çatışmaması gerekiyor. Kadın; annedir, çalışan kadındır, bireydir... Erkek de yerine göre baba, koca, işadamı, çalışan kişi, taraftardır... Çiftler birbirlerinin diğer kimliklerini de kucaklamalı ve saygı duymalıdır. İlişkinin mahremiyeti de unutulmamalıdır.

RUTİNLEŞMEYE DİKKAT!
Evlilik aşkı öldürürü mü?
Bu, bir beceriksizliktir. Aşkın bedensel ve ruhsal boyutlarıyla yaygınlaşması ilişkiyi pekiştirir. Evlilik psikolojik bir kavramdır, iki kişinin kendi koydukları ortak iradedir. Olgunlaşan egonun diğer bir egoyla bütünleşmesidir. İki kişinin çevredekiler tarafından bir bütün olarak algılanmasıdır. Psikolojik bütünleşmeyi yaşayan kişi, evliliğe hazırdır. Hukuk ve evlilik kurumu, bozuk ilişkileri sürdürmeye yetmez. Ancak sağlam bir ilişkide güven ve sadakat ile birlikte sosyal ve hukuki kurumsallaşmadan çekinmez. Kişi rutinleşirse, ilişki de rutinleşir. Ancak birlikteliklere yenilikler ve tazelikler katılırsa, ilişki rutinleşmez. Kişilerin rutinleşmesi ilişkiyi de rutinleştirir. Bundan kaçınmak gerekir.

BÜYÜK KUTLAMALARI KÜÇÜLTÜN
Sevgililer Günü gibi özel günler, beklentiler nedeniyle sorun mu yaratır, yoksa sürprizler ilişkiye renk mi katar?
Birbirini seven insanlar, duygularını ifade etmeye fırsat verecek her durumu değerlendirmeliler. Geleneksel toplumlarda sevginin ifadesi biraz sınırlandırılmıştır. Özel günlerde şatafatlı, abartılı beklentilerden de kaçınmak gerekir. Kişi zaten özel olduğunu hissediyorsa, küçük mesajlar yeterlidir. Kişi ilişkide özel olduğunu hissetmiyorsa, güven yoksa hiç fayda etmez.

Aşık olan kişi aldatır mı?
Aşık olan kişi aldatmaz. Aşkta doğası gereği aldatma olmaz. Çünkü aşkta o kişiyi incitmemek onun biyolojik ve sosyolojik varlık alanlarına değer vermek esastır. Aldatıyorsa, kişiliği ile ilgili zafiyeti vardır.

AŞKI NELER BİTİRİR?
Sadakatsizlik
Sözel ve duygusal şiddet
Kişiliğine saygısızlık
Açık iletişimin olmaması
Paylaşımların gittikçe azalması
Farklı beklentilere yönelme
Dünyayı birlikte kucaklayamama
Fedakârlıktan sakınma
Krizlere karşı dirençli olamama
Suçlayıcı tutumlar geliştirme
Karar süreçlerinde birlikte davranmama
Duygusal yoksunluk

MUTLULUK İÇİN AKIL GEREK
Aşk acısı nedir?
Aşık olduğu kişiye kavuşamamasıdır, terk edilme, ihanet ve sevdiği kişiyi kaybetmesidir. 'Love is what does love' (Aşk kendi önünü açar)... Yeter ki ilişki akla aykırı olmasın, aşk kendi önünü açar, kendi koşullarını yaratır. Sevilen kişinin kaybı en trajik aşk acısıdır. Sevilen kişinin kaybı yas reaksiyonu; ihanet ise travma yaratır.

Aşk dolu, sağlıklı ve mutlu bir birlikteliğin anahtarı nedir?
Aşk da mutluluk hem yürek hem akıl gerektirir. Sadece duygu ve dürtü ile de değil duygu, tutku, akıl, emek, sorumluluk, çalışma, sadakat, olgunlaşmış ego ve akılla sağlanır.

AMELİYAT İZİ GİBİDİR
Aşk acısı çekenlere ilaç tedavisi mi, psikoterapi mi uygulanıyor?
İlaç tedavisi öncelikli değildir. Ölüme bağlı ayrılıklarda ilaç tedavisi gündeme gelebilir. Eğer her iki kişi de başkalarına aşık olmamışsa, yaşananlardan sonra üzüntü yaşanıyorsa, ilişkide restorasyon mümkün olabilir.

Aldatmanın yaşandığı ilişki sağlıklı devam edebilir mi?
Aldatmanın izi ameliyat izi gibi kalıcıdır. Kimi zaman erkekler hem eşiyle hem de diğer sevgilisiyle ilişkisini sürdürmek ister. Bu durum kadını travmatize eder. Kadının kocasının bu isteğini kabul eder gibi gözükmesi psikolojik illüzyondur. Seven hiçbir kadın ya da erkek, sevdiğini başka bir insanla paylaşmayı düşünemez. Aldatıldığı gerçeği ile yaşayan kadınlar er ya da geç psikolojik sıkıntı yaşayacaklardır. İlişki mutlaka zedelenecektir.

ACININ SÜRESİ İKİ İLE ALTI AY ARASINDA DEĞİŞİYOR
Aşk acısı nasıl tedavi ediliyor? Her ayrılıkta tedaviye ihtiyaç duyulur mu?
Aşk acısı iki ile altı ay arasında sürüyor. Burada ilişkinin süresi değil, niteliği ön plana çıkıyor. Öfke, kin, hırs, üzüntü, acı ve elem yaşanıyor. Duygusal muhasebenin ardından akıl öne çıkıyor. İlk günler riskli, ilk iki gün ve iki hafta kritik geçiyor. Kendini kontrol etme güçlüğü varsa, işini sürdüremiyor. Böyle bir travma yaşayanlara biz, profesyonel yardım öneriyoruz. Sakin olmalarını ve ani kararlar vermemelerini tavsiye ediyoruz.

ERKEKLER AZ ACI ÇEKER
Aşk acısı kadın ve erkeklerde farklı tablolara neden oluyor mu?
Kadınlarda iki kutupçu tutum ortaya çıkıyor; 'çaresiz' ya da 'saldırgan'... Aşk acısı çeken erkeklerde profesyonel yardım için başvuru kadınlara oranla çok daha azdır. Erkekler, aşk acısını daha rahat atlatıyor. Aldatılan erkek eğer evliyse, hemen boşanıyor. Klinisyen olarak izlenimim; aldatılan kadınlarda erkeğin tutumunu kaza gibi algılama eğilimi fazla. Eğer ilişkinin zemini köklüyse, çiftler ilişkilerini 'kazadan' arındırıp sürdürebiliyorlar. İlişki kurumuşsa, ya boşanıyorlar ya da aldatmaya devam ediyorlar.

SORUNU BEYİNDE ÇÖZÜN, VÜCUDUNUZ HASTA OLMASIN!
Aşk acısının fiziksel yansımaları var mı?
Psikolojik acıyı hafifletmek için fiziksel belirtilerle acıyı ortaya koyma yönünde bilinçdışı yönelim vardır. En fazla ağrı yakınması görülür. Bu ağrı, bastırılmış öfkenin bedenselleştirilmesidir. Çoğul, değişken ağrı yakınmaları ile doktora başvuranlarda psikolojik faktörler de araştırılmalıdır. Bunun dışında hangi organ sistemi zayıf ise, bu sistemde belirti düzeyinde yakınmalar olur. Sorun beyinde çözülmediyse, beden hasta olacaktır ve mutsuzluk devam edecektir.

İHANET VARSA ÇATIŞMALI BİR DÖNEM BAŞLAR!
Aşk acısıyla birlikte hangi tepkiler ortaya çıkar?
Eğer bir kayıp varsa, aşık olduğu kişi yaşamını yitirmiş ise o zaman kısa, orta ve uzun dönemli yas yaşanır. Mutlu ve doygun ilişkisi olanlar sevdiğini kaybettiğinde olgun kabulleniş gösterir. İhanet ve terk edilme olduğunda ise çatışmalı bir dönem başlar. Burada öfke ve travma en öndeki duygudur. Yaşanan süreç şöyledir; inkar etme dönemi, kabullenme ve sorgulama... Kişi, her şeyi sorgulayarak öfke ve travmanın nedenlerini anlamaya çalışır. İlişkinin yeniden devam etmesi, ilişki ile ilgili olasılıkları gündeme getirir. Bu duruma biz 'Zig Zag' dönemi diyoruz. Bu dönemde "Lanet etme, karşı tarafı suçlama ve kendini eleştirme..." gibi diye birçok duygu art arda yaşanır. Travmanın etkisiyle yeni maceralara yönelinebilir. Egoyu tamir etmeden yeni ilişkilere başlamak, yeni travmalara yol açar. Travmatik süreç tamamlanmadan yeni bir ilişkiye başlamak doğru değildir. Egosu olmayanlar ayrılık acısını daha kolay atlatır.
Devamını Oku

Bilinçsiz egzersiz bel ağrısına neden oluyor

Uzmanlar bel ağrılarının, genç nüfusta çok sık görüldüğünü söylüyor. Fizyorem Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi'nden uzman doktor Necati Küçükgül, bel ağrıları için yapılan egzersizlere dikkat edilmesi gerektiğini, yanlış yapılan egzersizin zarar verebileceğini söyledi. İşte dikkat edilmesi gerekenler:
Yaşları ve kas kuvvetlerinin esnekliği farklı olan kişilerin egzersiz programları da farklıdır.
Sırt ve karın kaslarını kişiye özel olarak dengeli bir şekilde kuvvetlendirmek gerekir.
Bel ağrısı için gereken yaşam biçimi sağlanamazsa, tekrar eder.
Uzmanlar bel ağrılarının, genç nüfusta çok sık görüldüğünü söylüyor. Fizyorem Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi'nden uzman doktor Necati Küçükgül, bel ağrıları için yapılan egzersizlere dikkat edilmesi gerektiğini, yanlış yapılan egzersizin zarar verebileceğini söyledi. İşte dikkat edilmesi gerekenler:
Yaşları ve kas kuvvetlerinin esnekliği farklı olan kişilerin egzersiz programları da farklıdır.
Sırt ve karın kaslarını kişiye özel olarak dengeli bir şekilde kuvvetlendirmek gerekir.
Bel ağrısı için gereken yaşam biçimi sağlanamazsa, tekrar eder.
Devamını Oku

Aşık olanlar seks hayatını rengarenk yaşıyorlar

"Aşkta sadece cinsel birliktelik değil, hayatı birlikte yaşama ve kucaklama isteği de önemlidir" diyen Prof. Dr. Sedat Özkan, şöyle konuşuyor: Temelinde aşk olan ilişkilerde cinsel yaşam oldukça renklidir. Cinsellik, derinleşen bir sevginin ifadesidir
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve Konsültasyon- Liyezon Psikiyatrisi Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sedat Özkan, ilişkileri etkileyen çevresel faktörler ve aşkla cinsel yaşam arasındaki farklara dair merak edilen soruları yanıtladı.

Aşkın yaşı var mı?
Aşkın yaşla başla ilgisi yoktur ama yaşla birlikte insanların aşklarını ifade ediş tarzı da değişir. Yaşlı olanlar içgüdülerin doyurulması konusunda daha seçici olurlar. Ahlaki kriterler, daha fazla ön plana çıkar. Diğer canlılardan farklı olarak insan; cinsel dürtülerini yalnızca güdülerine göre yaşamaz. Ahlaki değerler de önem kazanır. Yani nasıl karnımızı doyururken, sağlıklı tercihlerimiz varsa, cinselliğin doyurulması için de sağlıklı tercihlerimizin olması şarttır. Baskı ile içgüdülerin bastırılması yanlıştır.

Erkek mutluluk arar
Yaşlı erkek-genç kadın, genç kadın-yaşlı erkek aşklarının altında yatan nedenler nelerdir?
Bu ilişkileri genellemek doğru değildir. Bu tarz ilişkileri yaşarken başkalarına zarar vermemek esastır. Erkekler için 50-65 yaş arası bir özel dönemdir. Genelde erkekler bu yaş diliminde antropoza girerler. Bu yaş grubundaki erkekler, iş ve sosyal yaşamda başarılı olamadılarsa, yeni bir mutluluk arayışına yönelebilirler.

Duygu önemli
Günümüzde para ve sosyal statü, aşk hayatını nasıl etkiliyor?
Eşinin sosyal statüsü ne olursa olsun önce eş olarak algılamalı. Doyumsuz insanlar, para ya da sosyal statünün etkisiyle bir çekim yaşayabilir. Ama önemli olan psikolojik güçtür. Zengin olmak psikolojik açıdan kişiyi güçlü kılmaz. Kendine güvenmeyenler, sorumluluk anlayışı olmayanlar; para gücünü ortaya koymak için araba modellerini sosyal baskı aracı olarak kullanırlar. Bunlar severken, önemli görünmeyebilir. Ancak para ya da sosyal statü çekimi ile başlayan birliktelikler, ilişki devam ederken ciddi sorunlara neden olabilir.

Aşk engelliler var mı?
Her insanın sevebilme kapasitesi olduğu kanaatindeyim. Sevgi üretme kapasitesi olduğu halde sosyal-kültürel kısıtlama kişiyi hasta edebilir. Aşkını ifade etmekte sorunlar yaşayabilir. İç kısıtlamalar da aşkı ifade etmeye engel olabilir. Ruhsal rahatsızlıklar, geçmiş olumsuz deneyimler, yanlış modeller de kişinin aşkını ifade etmesinde sorun yaratabilir.

Romantik filmler olumlu etkiliyor!
'Love Story', 'Grace' ve 'Titanic' gibi efsane aşkları konu edinen filmlerin, müzikallerin aşk hayatı üzerinde etkisi var mı?
İnsanın sevdiği nesneyi yüceltme ihtiyacı vardır. Sevdiğini yüceltme narsizmin uzantısıdır. Efsaneleşen aşk hikâyelerinde de aşık olduğu kişiyi yücelttiklerini görüyoruz. Kısıtlayıcı, zarar verici, baskılayıcı bir tutum barındırmayan efsane aşk hikâyeleri, kişinin aşk hayatını olumlu yönde etkiler. 'Love Story' masum aşka, paylaşıma güzel bir örnektir.

Günümüzde ise 'Aşk-ı Memnu', 'Aşk ve Ceza', 'Ezel' gibi aşk hikâyelerine yer veren, ilgiyle takip edilen dizilerdeki aşklar, çiftleri nasıl etkiliyor?
Bu dizilere ilginin artması sosyal ve psikolojik olarak araştırılması gereken bir konudur. Kişi, insanoğlunun bastırdığı dürtüleri anlatan, heyecanlandıran ve merak duygusu uyandıran hikâyeleri ilgi çekici buluyor olabilir. Dizilerdeki aşkların bu kadar yakından takip edilmesi, toplumumuzdaki ilişkilerde umutsuzluğa ve doyumsuzluğa işaret eder. Bu tarz dizileri tutkuyla izlemek ve kendini kaptırmak, biyolojik ve düşünsel anlamda bir açlık olduğunu düşündürür. İlişkilerde ve evliliklerde baskılar olduğuna işaret eder.

Sağlıklı ilişkilerde cinsel sorunlar rahatlıkla aşılır!
Aşk cinsel yaşamı nasıl etkiliyor? Aşık çiftlerin aşk hayatı daha mı renkli?
Aşkın cinsel yaşam üzerinde olağanüstü etkileri vardır. İnsanın bütün hücrelerini harekete geçirir, sürekli birlikte olma arzusu aşkta temeldir. Aşkta sadece cinsel birliktelik değil, hayatı birlikte yaşama ve kucaklama isteği vardır. Cinsellik, yoğunlaşan ve derinleşen sevginin ifade tarzıdır. Doğru ve sağlıklı ilişkilerde, bireylerin cinsel sorunları rahatlıkla aşılır. Kişinin bireysel cinsel sorunları artıyor ise bu ilişkinin merkezinde sadece cinsellik vardır, diğer paylaşımlardan yoksundur. Bu da ortada sağlıklı bir ilişkinin olmadığının sağlam bir göstergesidir.

Aşk varsa kıskançlık yoktur onunla gurur duymak vardır
Kıskançlık aşkın belirtisi midir?
Bir insan, kanaatimce sevdiği karşı cinsin cinsel kimliğini kıskanır, kişiliğinin varoluşunu değil! Cinsel varlık alanı da sadakat gerektirir. Aşk, bireyselliği kısıtlayıcı değildir. Kısıtlayan tutum patolojiktir. Aşık olduğu kişinin mutluluğu ve başarısıyla gurur duyar.

Aşkkolikler ve sekskolikler birbirinden farklı mı?
Sekskolik olmak psikolojik bir rahatsızlıktır, dürtü kontrol bozukluğudur. Kişinin karşı cinsle yaşadığı duygusal ve fiziksel yoğunluk sekskolik olduğu anlamına gelmez. Sekskolikler mutlu bir ilişkide doyum sağlamalarına rağmen yeni bir partner arayışına girebilirler. Aşkkolik olmak ise biraz farklı bir durumdur. Kontrol bozukluğu değil, duygusal tatmin olamama halidir. Genellikle çocukluk dönemlerinde doyumsuzluk yaşamışlardır ya da kişilikleri itibariyle doyum gereksinimleri fazladır. Biraz çocuksu yapıdaki kişiliklerdir. Geçmişte sevgi nesnesi ile açık ya da örtülü olarak çatışma yaşamışlardır.

Çocuk,sevgisini göstermeyi anne babadan öğreniyor!
Çocukluk döneminde yaşananlar, aşk hayatını nasıl etkiliyor?
İnsanoğlunun davranışlarını şekillendiren unsurlar; genetik, öğrenimler ve yaşantılardır. Günümüzde ailenin yanı sıra sosyal iletişim araçlarının etkisi de yoğunlaşmıştır. Kız çocukları anneyi, erkek çocukları da babayı model alır. Çocuklar sevgiyi nasıl ifade edeceğini ebeveynlerden öğrenirler.

Aşkın güzellik ya da çirkinlikle ilişkisi var mı?
İlişkiyi başlatırken güzelliğin etkisi olabilir. Ancak sürdürürken merkezi konumda değildir. Eğer merkezdeyse sorun vardır.

Dinleyin ama küçümsemeyin
Olumlu iletişim:
Açık-dürüst ifadeler
Olumlu yaklaşım ve takdir
Dinleme becerisine sahip olup, sorularla karşınızdaki kişiyi anlama çabası
Şeffaf, katılımcı ilişki
Geçmiş sorunlar yerine çözüme ilişkin tutumlar
Hatalı tutumlar karşısında utanç, suçluluk duyguları yerine çözüme yönelik güven veren olumlu duygular

Olumsuz iletişim:
Eleştirme, şikayet etme
Küçümseme
Savunmada olma
İlgisiz tutum
İçe kapanma
Suçlayıcı, yargılayıcı dil
Sözel ya da fiziksel şiddet
"Aşkta sadece cinsel birliktelik değil, hayatı birlikte yaşama ve kucaklama isteği de önemlidir" diyen Prof. Dr. Sedat Özkan, şöyle konuşuyor: Temelinde aşk olan ilişkilerde cinsel yaşam oldukça renklidir. Cinsellik, derinleşen bir sevginin ifadesidir
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve Konsültasyon- Liyezon Psikiyatrisi Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sedat Özkan, ilişkileri etkileyen çevresel faktörler ve aşkla cinsel yaşam arasındaki farklara dair merak edilen soruları yanıtladı.

Aşkın yaşı var mı?
Aşkın yaşla başla ilgisi yoktur ama yaşla birlikte insanların aşklarını ifade ediş tarzı da değişir. Yaşlı olanlar içgüdülerin doyurulması konusunda daha seçici olurlar. Ahlaki kriterler, daha fazla ön plana çıkar. Diğer canlılardan farklı olarak insan; cinsel dürtülerini yalnızca güdülerine göre yaşamaz. Ahlaki değerler de önem kazanır. Yani nasıl karnımızı doyururken, sağlıklı tercihlerimiz varsa, cinselliğin doyurulması için de sağlıklı tercihlerimizin olması şarttır. Baskı ile içgüdülerin bastırılması yanlıştır.

Erkek mutluluk arar
Yaşlı erkek-genç kadın, genç kadın-yaşlı erkek aşklarının altında yatan nedenler nelerdir?
Bu ilişkileri genellemek doğru değildir. Bu tarz ilişkileri yaşarken başkalarına zarar vermemek esastır. Erkekler için 50-65 yaş arası bir özel dönemdir. Genelde erkekler bu yaş diliminde antropoza girerler. Bu yaş grubundaki erkekler, iş ve sosyal yaşamda başarılı olamadılarsa, yeni bir mutluluk arayışına yönelebilirler.

Duygu önemli
Günümüzde para ve sosyal statü, aşk hayatını nasıl etkiliyor?
Eşinin sosyal statüsü ne olursa olsun önce eş olarak algılamalı. Doyumsuz insanlar, para ya da sosyal statünün etkisiyle bir çekim yaşayabilir. Ama önemli olan psikolojik güçtür. Zengin olmak psikolojik açıdan kişiyi güçlü kılmaz. Kendine güvenmeyenler, sorumluluk anlayışı olmayanlar; para gücünü ortaya koymak için araba modellerini sosyal baskı aracı olarak kullanırlar. Bunlar severken, önemli görünmeyebilir. Ancak para ya da sosyal statü çekimi ile başlayan birliktelikler, ilişki devam ederken ciddi sorunlara neden olabilir.

Aşk engelliler var mı?
Her insanın sevebilme kapasitesi olduğu kanaatindeyim. Sevgi üretme kapasitesi olduğu halde sosyal-kültürel kısıtlama kişiyi hasta edebilir. Aşkını ifade etmekte sorunlar yaşayabilir. İç kısıtlamalar da aşkı ifade etmeye engel olabilir. Ruhsal rahatsızlıklar, geçmiş olumsuz deneyimler, yanlış modeller de kişinin aşkını ifade etmesinde sorun yaratabilir.

Romantik filmler olumlu etkiliyor!
'Love Story', 'Grace' ve 'Titanic' gibi efsane aşkları konu edinen filmlerin, müzikallerin aşk hayatı üzerinde etkisi var mı?
İnsanın sevdiği nesneyi yüceltme ihtiyacı vardır. Sevdiğini yüceltme narsizmin uzantısıdır. Efsaneleşen aşk hikâyelerinde de aşık olduğu kişiyi yücelttiklerini görüyoruz. Kısıtlayıcı, zarar verici, baskılayıcı bir tutum barındırmayan efsane aşk hikâyeleri, kişinin aşk hayatını olumlu yönde etkiler. 'Love Story' masum aşka, paylaşıma güzel bir örnektir.

Günümüzde ise 'Aşk-ı Memnu', 'Aşk ve Ceza', 'Ezel' gibi aşk hikâyelerine yer veren, ilgiyle takip edilen dizilerdeki aşklar, çiftleri nasıl etkiliyor?
Bu dizilere ilginin artması sosyal ve psikolojik olarak araştırılması gereken bir konudur. Kişi, insanoğlunun bastırdığı dürtüleri anlatan, heyecanlandıran ve merak duygusu uyandıran hikâyeleri ilgi çekici buluyor olabilir. Dizilerdeki aşkların bu kadar yakından takip edilmesi, toplumumuzdaki ilişkilerde umutsuzluğa ve doyumsuzluğa işaret eder. Bu tarz dizileri tutkuyla izlemek ve kendini kaptırmak, biyolojik ve düşünsel anlamda bir açlık olduğunu düşündürür. İlişkilerde ve evliliklerde baskılar olduğuna işaret eder.

Sağlıklı ilişkilerde cinsel sorunlar rahatlıkla aşılır!
Aşk cinsel yaşamı nasıl etkiliyor? Aşık çiftlerin aşk hayatı daha mı renkli?
Aşkın cinsel yaşam üzerinde olağanüstü etkileri vardır. İnsanın bütün hücrelerini harekete geçirir, sürekli birlikte olma arzusu aşkta temeldir. Aşkta sadece cinsel birliktelik değil, hayatı birlikte yaşama ve kucaklama isteği vardır. Cinsellik, yoğunlaşan ve derinleşen sevginin ifade tarzıdır. Doğru ve sağlıklı ilişkilerde, bireylerin cinsel sorunları rahatlıkla aşılır. Kişinin bireysel cinsel sorunları artıyor ise bu ilişkinin merkezinde sadece cinsellik vardır, diğer paylaşımlardan yoksundur. Bu da ortada sağlıklı bir ilişkinin olmadığının sağlam bir göstergesidir.

Aşk varsa kıskançlık yoktur onunla gurur duymak vardır
Kıskançlık aşkın belirtisi midir?
Bir insan, kanaatimce sevdiği karşı cinsin cinsel kimliğini kıskanır, kişiliğinin varoluşunu değil! Cinsel varlık alanı da sadakat gerektirir. Aşk, bireyselliği kısıtlayıcı değildir. Kısıtlayan tutum patolojiktir. Aşık olduğu kişinin mutluluğu ve başarısıyla gurur duyar.

Aşkkolikler ve sekskolikler birbirinden farklı mı?
Sekskolik olmak psikolojik bir rahatsızlıktır, dürtü kontrol bozukluğudur. Kişinin karşı cinsle yaşadığı duygusal ve fiziksel yoğunluk sekskolik olduğu anlamına gelmez. Sekskolikler mutlu bir ilişkide doyum sağlamalarına rağmen yeni bir partner arayışına girebilirler. Aşkkolik olmak ise biraz farklı bir durumdur. Kontrol bozukluğu değil, duygusal tatmin olamama halidir. Genellikle çocukluk dönemlerinde doyumsuzluk yaşamışlardır ya da kişilikleri itibariyle doyum gereksinimleri fazladır. Biraz çocuksu yapıdaki kişiliklerdir. Geçmişte sevgi nesnesi ile açık ya da örtülü olarak çatışma yaşamışlardır.

Çocuk,sevgisini göstermeyi anne babadan öğreniyor!
Çocukluk döneminde yaşananlar, aşk hayatını nasıl etkiliyor?
İnsanoğlunun davranışlarını şekillendiren unsurlar; genetik, öğrenimler ve yaşantılardır. Günümüzde ailenin yanı sıra sosyal iletişim araçlarının etkisi de yoğunlaşmıştır. Kız çocukları anneyi, erkek çocukları da babayı model alır. Çocuklar sevgiyi nasıl ifade edeceğini ebeveynlerden öğrenirler.

Aşkın güzellik ya da çirkinlikle ilişkisi var mı?
İlişkiyi başlatırken güzelliğin etkisi olabilir. Ancak sürdürürken merkezi konumda değildir. Eğer merkezdeyse sorun vardır.

Dinleyin ama küçümsemeyin
Olumlu iletişim:
Açık-dürüst ifadeler
Olumlu yaklaşım ve takdir
Dinleme becerisine sahip olup, sorularla karşınızdaki kişiyi anlama çabası
Şeffaf, katılımcı ilişki
Geçmiş sorunlar yerine çözüme ilişkin tutumlar
Hatalı tutumlar karşısında utanç, suçluluk duyguları yerine çözüme yönelik güven veren olumlu duygular

Olumsuz iletişim:
Eleştirme, şikayet etme
Küçümseme
Savunmada olma
İlgisiz tutum
İçe kapanma
Suçlayıcı, yargılayıcı dil
Sözel ya da fiziksel şiddet
Devamını Oku

Cips yerine kestane yiyin!

Havaların soğuması, hareketin azalması ve evde geçirilen zamanın fazlalaşmasıyla birlikte artan abur cubur tüketimi, kış aylarında kilo almamıza yol açıyor. Uzun kış gecelerinin abur cubur tüketimini artırdığını söyleyen Medikal Park Fatih Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Sevil Nas Can, "Doğru abur cuburları seçerseniz, hem sağlığınızı hem kilonuzu koruyabilirsiniz" dedi. Can, "Cips ve pastane ürünleri yerine yağsız patlamış mısır veya kestane, gazlı içecekler yerine sahlep veya boza, çikolata yerine de dondurma yiyin" diye konuştu.
Havaların soğuması, hareketin azalması ve evde geçirilen zamanın fazlalaşmasıyla birlikte artan abur cubur tüketimi, kış aylarında kilo almamıza yol açıyor. Uzun kış gecelerinin abur cubur tüketimini artırdığını söyleyen Medikal Park Fatih Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Sevil Nas Can, "Doğru abur cuburları seçerseniz, hem sağlığınızı hem kilonuzu koruyabilirsiniz" dedi. Can, "Cips ve pastane ürünleri yerine yağsız patlamış mısır veya kestane, gazlı içecekler yerine sahlep veya boza, çikolata yerine de dondurma yiyin" diye konuştu.
Devamını Oku

Şeker hastalarına umut

Şeker hastalarına umut

AA




Yunusların, şeker hastalığının tedavisine ışık tutabileceği bildirildi.

ABD'nin San Diego kentinde düzenlenen Amerikan Bilimsel Gelişme Derneği'nin yıllık konferansında sunulan araştırmalarda, yunusların insanlarla benzer beslenme alışkanlıkları olduğu, bu hayvanların çoğunlukla balık ve deniz meyveleriyle beslendikleri belirtildi.

Amerikan Okyanus ve Atmosfer Dairesi'nden Carolyn Sotka ve başka bilim adamlarının yaptığı araştırmalar, yunusların kan kimyalarını değiştirdiğini, bunun da insanlardaki şeker hastalığına bağlı hastalıklarla benzer sorunlara (ensülin direnci, demir fazlalığı, böbrek taşları) yol açabildiğini gösterdi.
En çok bilinen uzun burunlu yunusların her an, şeker hastalığına benzer "psikolojik bir durum yaratabildiğini" vurgulayan bilim adamları, insanların şeker hastalığını kontrol etmek için protein bakımından zengin yiyecekler tükettiğini, yunusların da protein bakımından zengin beslenme biçimini korumak için şeker hastalığına benzer bir durum "yarattığına" dikkati çekti.

Bilim adamları, bu mekanizmanın yunusların protein bakımından zengin ve düşük karbonhidratlı besinlerle beslenmesinden kaynaklandığını, bu durumun da beden kimyasında, insanlardaki şeker hastalığıyla aynı, bir dizi değişikliğe yol açıyor olabileceğini belirtti.

52 uzun burunlu yunusun kan örneklerini 7 yıl boyunca alan bilim adamları, açken bu hayvanların kan kimyasının şeker hastası bir insanınki, karınları doyduktan sonra ise sağlıklı bir kişininkiyle benzer olduğunu gördü. Bilim adamlarından Stephanie Venn-Watson, bunun yunuslara yüksek oranda proteinle beslenirken uygun şeker oranının korunmasını sağladığını ifade etti.

İnsanların ve yunusların büyük beyninin kanda yüksek şeker oranına ihtiyaç duyduğu, hem insanlar hem de yunusların şekeri kullanmak için benzer psikolojik mekanizmalar geliştirmiş olabileceği kaydedildi.
İnsanların, kandaki şeker oranını en az düzeyde tutmak için ensüline son buzul çağında direnç geliştirdiğini düşünen bilim adamları, benzer şekilde yunusların da 55 milyon yıl önce okyanusta yaşamaya başladıklarında ensüline direnç göstermiş olabileceğini vurguladı.

Yunusun gen haritasıyla ilgili başka araştırmaların, ayrıca bu hayvanların özel durumunun ayrıntılarını belirleyerek ve sorunlarla nasıl başa çıktığını anlayarak insanlarda şeker hastalığının tedavisi için yeni yöntemlerin geliştirebileceğine dikkat çekildi.

Araştırmalar "Science" dergisinde yayımlandı
Şeker hastalarına umut

AA




Yunusların, şeker hastalığının tedavisine ışık tutabileceği bildirildi.

ABD'nin San Diego kentinde düzenlenen Amerikan Bilimsel Gelişme Derneği'nin yıllık konferansında sunulan araştırmalarda, yunusların insanlarla benzer beslenme alışkanlıkları olduğu, bu hayvanların çoğunlukla balık ve deniz meyveleriyle beslendikleri belirtildi.

Amerikan Okyanus ve Atmosfer Dairesi'nden Carolyn Sotka ve başka bilim adamlarının yaptığı araştırmalar, yunusların kan kimyalarını değiştirdiğini, bunun da insanlardaki şeker hastalığına bağlı hastalıklarla benzer sorunlara (ensülin direnci, demir fazlalığı, böbrek taşları) yol açabildiğini gösterdi.
En çok bilinen uzun burunlu yunusların her an, şeker hastalığına benzer "psikolojik bir durum yaratabildiğini" vurgulayan bilim adamları, insanların şeker hastalığını kontrol etmek için protein bakımından zengin yiyecekler tükettiğini, yunusların da protein bakımından zengin beslenme biçimini korumak için şeker hastalığına benzer bir durum "yarattığına" dikkati çekti.

Bilim adamları, bu mekanizmanın yunusların protein bakımından zengin ve düşük karbonhidratlı besinlerle beslenmesinden kaynaklandığını, bu durumun da beden kimyasında, insanlardaki şeker hastalığıyla aynı, bir dizi değişikliğe yol açıyor olabileceğini belirtti.

52 uzun burunlu yunusun kan örneklerini 7 yıl boyunca alan bilim adamları, açken bu hayvanların kan kimyasının şeker hastası bir insanınki, karınları doyduktan sonra ise sağlıklı bir kişininkiyle benzer olduğunu gördü. Bilim adamlarından Stephanie Venn-Watson, bunun yunuslara yüksek oranda proteinle beslenirken uygun şeker oranının korunmasını sağladığını ifade etti.

İnsanların ve yunusların büyük beyninin kanda yüksek şeker oranına ihtiyaç duyduğu, hem insanlar hem de yunusların şekeri kullanmak için benzer psikolojik mekanizmalar geliştirmiş olabileceği kaydedildi.
İnsanların, kandaki şeker oranını en az düzeyde tutmak için ensüline son buzul çağında direnç geliştirdiğini düşünen bilim adamları, benzer şekilde yunusların da 55 milyon yıl önce okyanusta yaşamaya başladıklarında ensüline direnç göstermiş olabileceğini vurguladı.

Yunusun gen haritasıyla ilgili başka araştırmaların, ayrıca bu hayvanların özel durumunun ayrıntılarını belirleyerek ve sorunlarla nasıl başa çıktığını anlayarak insanlarda şeker hastalığının tedavisi için yeni yöntemlerin geliştirebileceğine dikkat çekildi.

Araştırmalar "Science" dergisinde yayımlandı
Devamını Oku

İlaçta büyük tehlike 21 Şubat 2010

 
İlaçta büyük tehlike

Türkiye'de de satılan Avandia adlı ilacın on binlerce kalp krizi vakasıyla ilintili olduğu belirtildi.


ABD Senatosunun hazırladığı bir raporda, İngiliz GlaxoSmithKline şirketi tarafından üretilen ve Türkiye'de de satılan şeker hastalığı ilacı Avandia'nın on binlerce kalp krizi vakasıyla ilintili olduğu öne sürüldü.

Senato
Finans Komitesi tarafından hazırlanan 334 sayfalık raporda, GlaxoSmithKline şirketinin ilacın risklerini yıllardır bilmesine rağmen bunları halktan gizlemeye çalıştığı iddia edildi.

Raporda,
ABDGıda ve İlaç Dairesi (FDA) de ilaç konusunda kendi personeli tarafından tespit edilen endişeleri görmezden gelmekle eleştirildi.

Senato
Finans Komitesi Başkanı Demokrat Max Baucus, "Amerikalıların, Avandia ile bağlantılı ciddi sağlık riskleri olduğunu bilmeye hakkı var ve GlaxoSmithKline'ın da bunu onlara söyleme sorumluluğu bulunuyordu. Hastalar sağlıkları ve yaşamları konusunda ilaç şirketlerine güveniyor ve GlaxoSmithKline bu güveni istismar etti" dedi.

Komitenin kıdemli üyesi Cumhuriyetçi Senatör Chuck Grassley tarafından da imzalanan raporda, "Araştırmanın, FDA'nın ilaç şirketleriyle 'çok samimi' olduğu ve mali çıkarları gereği güvenlik risklerini önemsiz gibi gösteren ya da yeterli araştırma yapmayan şirketler tarafından 'mat edildiği', bu nedenle de Avandia ve diğer tanınmış ilaçların kamu güvenliğini riske attığı" yönündeki endişelerden kaynaklandığına değinildi.

GlaxoSmithKline, FDA ve diğer bazı araştırma şirketlerinden edinilen 250 binin üzerinde sayfadan oluşan belgelerin incelendiği ve çok sayıda görüşmenin yapıldığı 2 yılı aşkın bir çalışmanın ürünü olan raporda, FDA bilim adamlarının Temmuz 2007'de, Avandia'nın, pazara sürülmesinden bu yana yaklaşık 83 bin kalp krizi vakasıyla ilintili olduğu tahmininde bulunduğuna dikkati çekildi.

Raporda, "Eğer GlaxoSmithKline, Avandia'nın potansiyel artış gösteren kardiyovasküler riskini, konu 1999'da ilk gündeme getirildiğinde daha çok ciddiye alsaydı bu kalp krizi vakalarının bir kısmının önüne geçilebilirdi" denildi.

GlaxoSmithKline'nın Avandia ile ilgili kritik bilgileri baltalamak için girişimlerde bulunduğu iddiasına yer verilen raporda, "GlaxoSmithKline yöneticilerinin, bağımsız doktorları korkutmaya çalıştığı, Avandia'nın kardiyovasküler riski artırabileceğine dair tespitleri önemsiz gösteren ya da saptıran stratejiler üzerine odaklandığı" ifade edildi.

Raporda, Avandia'nın pazardan kaldırılması gerekip gerekmediği konusuna ise değinilmedi.

GLAXOSMITNKLINE'IN AÇIKLAMASI

GlaxoSmithKline şirketiyse ilacın güvenli olmadığı yönündeki iddiaları reddetti. Şirket sözcüsü Nancy Pekarek, CNN'e yaptığı açıklamada, raporda yer alan değerlendirmelere katılmadıklarını ifade ederek, "FDA verileri gözden geçirmiş ve ilacın pazarda yer alması gerektiği sonucuna varmıştı" dedi.

Söz konusu ilaçla ilgili olarak 7 klinik deneyinin, ilacın kalp krizleriyle ilintili olmadığını kanıtladığını söyleyen Pekarek, "Verilerin hiçbiri, Avandia ile iskemi (belli bir bölgede kan akımının kesilmesi nedeniyle oluşan geçici kansızlık) veya kalp krizi arasında istatistiki olarak önemli çapta bir ilişki olduğunu göstermiyor" ifadesini kullandı.

Pekarek, Senato raporunun, tarihi geçmiş, yıllar öncesinden kalan bilgilere yer verdiğini ve
yeni bir veri içermediğini savundu.
Avandia yıllardır üzerinde incelemeler yapılan bir ilaç. The New England Journal of Medicine ve The Journal of the American Medical Association, 2007 yılında ilacın güvenilirliğini sorgulayan araştırmalar yayımlamıştı.


 
İlaçta büyük tehlike

Türkiye'de de satılan Avandia adlı ilacın on binlerce kalp krizi vakasıyla ilintili olduğu belirtildi.


ABD Senatosunun hazırladığı bir raporda, İngiliz GlaxoSmithKline şirketi tarafından üretilen ve Türkiye'de de satılan şeker hastalığı ilacı Avandia'nın on binlerce kalp krizi vakasıyla ilintili olduğu öne sürüldü.

Senato
Finans Komitesi tarafından hazırlanan 334 sayfalık raporda, GlaxoSmithKline şirketinin ilacın risklerini yıllardır bilmesine rağmen bunları halktan gizlemeye çalıştığı iddia edildi.

Raporda,
ABDGıda ve İlaç Dairesi (FDA) de ilaç konusunda kendi personeli tarafından tespit edilen endişeleri görmezden gelmekle eleştirildi.

Senato
Finans Komitesi Başkanı Demokrat Max Baucus, "Amerikalıların, Avandia ile bağlantılı ciddi sağlık riskleri olduğunu bilmeye hakkı var ve GlaxoSmithKline'ın da bunu onlara söyleme sorumluluğu bulunuyordu. Hastalar sağlıkları ve yaşamları konusunda ilaç şirketlerine güveniyor ve GlaxoSmithKline bu güveni istismar etti" dedi.

Komitenin kıdemli üyesi Cumhuriyetçi Senatör Chuck Grassley tarafından da imzalanan raporda, "Araştırmanın, FDA'nın ilaç şirketleriyle 'çok samimi' olduğu ve mali çıkarları gereği güvenlik risklerini önemsiz gibi gösteren ya da yeterli araştırma yapmayan şirketler tarafından 'mat edildiği', bu nedenle de Avandia ve diğer tanınmış ilaçların kamu güvenliğini riske attığı" yönündeki endişelerden kaynaklandığına değinildi.

GlaxoSmithKline, FDA ve diğer bazı araştırma şirketlerinden edinilen 250 binin üzerinde sayfadan oluşan belgelerin incelendiği ve çok sayıda görüşmenin yapıldığı 2 yılı aşkın bir çalışmanın ürünü olan raporda, FDA bilim adamlarının Temmuz 2007'de, Avandia'nın, pazara sürülmesinden bu yana yaklaşık 83 bin kalp krizi vakasıyla ilintili olduğu tahmininde bulunduğuna dikkati çekildi.

Raporda, "Eğer GlaxoSmithKline, Avandia'nın potansiyel artış gösteren kardiyovasküler riskini, konu 1999'da ilk gündeme getirildiğinde daha çok ciddiye alsaydı bu kalp krizi vakalarının bir kısmının önüne geçilebilirdi" denildi.

GlaxoSmithKline'nın Avandia ile ilgili kritik bilgileri baltalamak için girişimlerde bulunduğu iddiasına yer verilen raporda, "GlaxoSmithKline yöneticilerinin, bağımsız doktorları korkutmaya çalıştığı, Avandia'nın kardiyovasküler riski artırabileceğine dair tespitleri önemsiz gösteren ya da saptıran stratejiler üzerine odaklandığı" ifade edildi.

Raporda, Avandia'nın pazardan kaldırılması gerekip gerekmediği konusuna ise değinilmedi.

GLAXOSMITNKLINE'IN AÇIKLAMASI

GlaxoSmithKline şirketiyse ilacın güvenli olmadığı yönündeki iddiaları reddetti. Şirket sözcüsü Nancy Pekarek, CNN'e yaptığı açıklamada, raporda yer alan değerlendirmelere katılmadıklarını ifade ederek, "FDA verileri gözden geçirmiş ve ilacın pazarda yer alması gerektiği sonucuna varmıştı" dedi.

Söz konusu ilaçla ilgili olarak 7 klinik deneyinin, ilacın kalp krizleriyle ilintili olmadığını kanıtladığını söyleyen Pekarek, "Verilerin hiçbiri, Avandia ile iskemi (belli bir bölgede kan akımının kesilmesi nedeniyle oluşan geçici kansızlık) veya kalp krizi arasında istatistiki olarak önemli çapta bir ilişki olduğunu göstermiyor" ifadesini kullandı.

Pekarek, Senato raporunun, tarihi geçmiş, yıllar öncesinden kalan bilgilere yer verdiğini ve
yeni bir veri içermediğini savundu.
Avandia yıllardır üzerinde incelemeler yapılan bir ilaç. The New England Journal of Medicine ve The Journal of the American Medical Association, 2007 yılında ilacın güvenilirliğini sorgulayan araştırmalar yayımlamıştı.


Devamını Oku

Check- Up'ta büyük tuzağa dikkat

Check- Up'ta büyük tuzağa dikkat



Aman dikkat! Check-up'la ilgili bu tuzağa sakın düşmeyin

Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Nazım Kaya, cep telefonlarına gelen 'ücretsiz ya da indirimli check-up kazandınız' şeklindeki mesajlara karşı dikkatli olunmasını istedi.

Nazım Kaya, AA muhabirine yaptığı açıklamada, son dönemlerde check-up dolandırıcılığının artış gösterdiğini belirtti.

Cep telefonlarına gelen mesajlarda 'Müjde ücretsiz veya indirimli check-up hizmeti kazandınız, bizi arayın' yazdığını belirten Kaya, firma arandığında piyasa fiyatının oldukça üstünde rakamların ortaya çıktığını bildirdi.

Bu tür mesajlara karşı dikkatli olunmasını isteyen Kaya, şunları kaydetti:

'Sağlık konusu, tüketicinin önem verdiği bir nokta olduğundan bir çok art niyetli kişinin geçim kapısına dönüşmüş durumdadır. Tüketicinin numarasını nasıl elde ettikleri sorusu üzerine ise 'GSM firmaları ile ortak çalıştıklarını, özellikli müşterilerin telefon bilgilerinin GSM şirketleri tarafından verildiğini' söylüyorlar. GSM şirketleri, SMS gönderilen numara sahipleri hakkında yargı girişimi başlatarak, sorumluluklarını yerine getirmelidir.'

ÜCRETSİZ AMBULANS HİZMETİ VAADİ

Kaya, tüketicilere, kendilerine gelen mesajlara dayanarak kredi kartı bilgisi vermemesi ve ödeme yapmaması uyarısında bulunarak, şöyle devam etti:

'Kendilerine SMS gelen numaraları ve art niyetli firmaları, abonesi oldukları GSM şirketine, Sağlık Bakanlığına ve tarafımıza bildirmeleri halinde gerekli takip yapılabilir. Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) check-up dolandırıcısı bir firma hakkında 10 bin lira ceza uyguladı. Tüketiciler bu gelişmeyi dikkate alarak ilgililerin cezalandırılmasını sağlayabilir. Yine art niyetli bazı kişiler, tüketicileri arayıp telefonla danışmanlık, hastanelerden indirimli yararlanma ve ücretsiz ambulans hizmeti verdiklerini söyleyerek, 30-50 lira karşılığında bu hizmetlerden 1 yıl süre ile yararlanabileceklerini belirtmektedir. Tüketicinin kredi kartından yıllık 350-600 lira çekim yapılabilmektedir. Tüketiciler bu tür aldatmalara fırsat vermemelidir.'



VATAN
Check- Up'ta büyük tuzağa dikkat



Aman dikkat! Check-up'la ilgili bu tuzağa sakın düşmeyin

Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Nazım Kaya, cep telefonlarına gelen 'ücretsiz ya da indirimli check-up kazandınız' şeklindeki mesajlara karşı dikkatli olunmasını istedi.

Nazım Kaya, AA muhabirine yaptığı açıklamada, son dönemlerde check-up dolandırıcılığının artış gösterdiğini belirtti.

Cep telefonlarına gelen mesajlarda 'Müjde ücretsiz veya indirimli check-up hizmeti kazandınız, bizi arayın' yazdığını belirten Kaya, firma arandığında piyasa fiyatının oldukça üstünde rakamların ortaya çıktığını bildirdi.

Bu tür mesajlara karşı dikkatli olunmasını isteyen Kaya, şunları kaydetti:

'Sağlık konusu, tüketicinin önem verdiği bir nokta olduğundan bir çok art niyetli kişinin geçim kapısına dönüşmüş durumdadır. Tüketicinin numarasını nasıl elde ettikleri sorusu üzerine ise 'GSM firmaları ile ortak çalıştıklarını, özellikli müşterilerin telefon bilgilerinin GSM şirketleri tarafından verildiğini' söylüyorlar. GSM şirketleri, SMS gönderilen numara sahipleri hakkında yargı girişimi başlatarak, sorumluluklarını yerine getirmelidir.'

ÜCRETSİZ AMBULANS HİZMETİ VAADİ

Kaya, tüketicilere, kendilerine gelen mesajlara dayanarak kredi kartı bilgisi vermemesi ve ödeme yapmaması uyarısında bulunarak, şöyle devam etti:

'Kendilerine SMS gelen numaraları ve art niyetli firmaları, abonesi oldukları GSM şirketine, Sağlık Bakanlığına ve tarafımıza bildirmeleri halinde gerekli takip yapılabilir. Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) check-up dolandırıcısı bir firma hakkında 10 bin lira ceza uyguladı. Tüketiciler bu gelişmeyi dikkate alarak ilgililerin cezalandırılmasını sağlayabilir. Yine art niyetli bazı kişiler, tüketicileri arayıp telefonla danışmanlık, hastanelerden indirimli yararlanma ve ücretsiz ambulans hizmeti verdiklerini söyleyerek, 30-50 lira karşılığında bu hizmetlerden 1 yıl süre ile yararlanabileceklerini belirtmektedir. Tüketicinin kredi kartından yıllık 350-600 lira çekim yapılabilmektedir. Tüketiciler bu tür aldatmalara fırsat vermemelidir.'



VATAN
Devamını Oku

Süt ürünleri kilo almayı kolaylaştırır mı?

Yaşayan her şey gibi biz de yaşlandıkça yoruluyoruz. İşin kötüsü yorulan yanımızın yalnızca bedenimiz olduğunu zannediyoruz. Oysa asıl yorulan bedenlerimiz değil, ruhlarımız. Biz hayatı ıskaladıkça ruhumuz bizden kopuyor. Koptukça yalnız ve yorgun düşüyor.

Elektronik postama gönderilen aşağıdaki mesaj bu hafta size anlatmak istediklerimin mükemmel bir özeti. Kelimesine değil, virgülüne bile dokunmadan size aktarıyorum:

Bir gün bir felsefe profesörü, elinde birkaç kutu olduğu halde derse gelir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve ağzına kadar tenis toplarıyla doldurur. Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler. Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını çalkalayarak kavanoza döker. Böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar, onlar da “evet doldu” derler. Profesör bu defa masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, Öğrenciler de koro halinde yine “evet” cevabını verirler. Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır. Kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler güler!

KAVANOZ BİZİM HAYATIMIZ

Profesör, öğrencilerin gülüşünü destekleyerek “evet” der; “Ben bu kavanozun bizlerin hayatımızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım. Şöyle ki: Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir. Yani aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeyler. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur.

O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir. İşiniz, eviniz, arabanız vs... Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet kavanoza önce kum doldurursanız, çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.

KAHVEYE HEP YER VAR

Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sağlığınıza dikkat edin. Eşinizle, dostunuzla yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin. Gerisi hep kumdur.

Bu ara bir öğrenci sorar ‘Peki, O iki fincan kahve nedir?’

Profesör tebessümle: ‘Hayatımız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarımız ve sevdiklerimizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır.(*)

Ne zaman hayatınızda bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman 24 saat size kısa gelmeye başlarsa mayonez kavanozu ve iki fincan kahveyi hatırlayınız!”

(*)Ozan Baygın ve Mustafa Atagün’e sevgilerimle...

Kışın neden kilo alırız?

Vücudumuzun kış aylarında genlerden aldığı mesajlar “yağ dokunu koru” emirleriyle doludur. Kış aylarında fazla enerji harcamak istemeyen bedenimiz bu sorunu yağ dokusunu korumakla çözmeye çalışır. Bu nedenle kış aylarında özellikle tatlı, unlu, şekerli gıdalara yöneliriz. Farkına varmasak da eskiye oranla daha az hareket etmeye başlarız. Kış kilolarının başka nedenleri de var. Mesela uzun kış gecelerini atıştırmalıklarla geçiştirmek bunlardan biri. Kış kilolarından kurtulmak için yavaş yavaş harekete geçmekte fayda var.

Sarımsak yiyince neden koku yayarız?

Sarımsak yiyince ortaya çıkan nefesteki kötü koku sorununun sebebi sarımsaktaki sülfürlü bileşiklerdir. Sarımsağın sağlığa yararları konusunda her gün yeni birşeyler öğreniyorsunuz. Ona bu güçlü tıbbi özelliklerini kazandıran yani onu sağlığa yararlı sebzelerin başköşesine yerleştiren de aynı bileşiklerdir. Bunların çoğunun doğruluğuna emin olabilirsiniz. Sarımsak kötü kolesterolü azaltıyor içindeki allisin maddesiyle bağışıklığı güçlendiriyor hatta antibiyotikler gibi bir etki de gösterebiliyor. Ayrıca kanserden koruyucu faydalarının olduğu da kesin. Cinsel güç için de tavsiye ediliyor. Bütün sorun oluşturduğu koku. Eğer kokuyu göze alıyorsanız her gün 2-3 diş sarımsak yiyin. Çiğ sarımsak pişmişinden, ezilmiş ufalanmış olanı bütün yutulanından daha faydalı. Sarımsak piştikçe, pişme süresi de uzadıkça etkinliği azalıyor.

Süt ürünleri kilo almayı kolaylaştırır mı?

Zannedildiğinin aksine süt ürünleri kilo kontrolünü bozmaz. Kilo vereceğim diye yoğurttan, peynirden vazgeçmeniz gerekmiyor. Yapacağınız tek şey yağlardan fedakârlık edip yarım yağlı veya yağı azaltılmış yoğurt ve peynirleri tercih etmek. Amerika’da yapılan bir çalışma (Dr. Michael Zernel/Tennessee Üniversitesi) az yağlı yoğurt tüketiminin kilo kaybını özellikle bel çevresindeki yağların kaybını arttırdığını gösterdi. Dr. Zernel araştırma yaptığı gönüllülerden yarısının her gün üç küçük kutu az yağlı yoğurt tüketmelerini istedi. Gönüllülerin tamamı eşit miktarda kalori tüketmelerine rağmen yoğurt yiyen grupta diğer gruba göre daha fazla yağ kaybı oldu. Üstelik bu yağ kaybı daha çok bel çevresindendi. Yoğurt ve peynirin kilo kaybını destekleyici etkisinin içerdikleri yüksek kalsiyumdan kaynaklandığı düşünülüyor. Fazla miktarda kalsiyum kazanımının bağırsaklarda yağ emilimini azalttığı kanıtlandı. Ayrıca kalsiyumun metabolizmayı etkileyerek yağ hücrelerindeki yağın kaybını da hızlandırdığını gösteren bulgular var. Bu bulgulardan hareket ederek bazı zayıflama merkezleri kilo kaybı kürleri esnasında hastalarına günde 800-1000 miligram civarında kalsiyum desteği veriyorlar. Yani ister yüksek kalsiyumlu bir diyet yapın (az yağlı süt, yoğurt, peynir tüketin), isterseniz ağız yoluyla kalsiyum desteği alın kilo kaybınız hızlanacaktır.

Az miktarda kahve sağlığa faydalı olabilir mi?

Sorun kahveden değil, içindeki kafeinden kaynaklanıyor. Kahve bilinen en önemli kafein kaynağı. Kafein kana karışınca beyinde görev yapan adenosin isimli sakinleştirici bir başka kimyasalın görevini yapmasına engel oluyor. Adenosin uykuya da yardımcı olan doğal bir kimyasal. İşini yapamayınca uyanıklık hali artıyor. Eğer uykuya yakın saatlerde kafeinli bir içecek alırsanız mesela bir fincan neskafe ya da espressoyu Türk kahvesini afiyetle içerseniz, adenosin işini yapamıyor, uykunuz kaçıyor. Kafeinin olumsuz etkisi yalnızca uykuyu kaçırmakla da sınırlı değil. Değişik mekanizmalarla nabzı hızlandırabiliyor kan basıncını yükseltebiliyor. Belki sizi daha dikkatli tutuyor ama bu dikkat bazen aşırı sinirlilik dozuna yaklaşabiliyor. Kısacası kafeinin fiziksel performansı arttırdığı doğru ama bu katkı bir süre sonra zararlı hale gelebiliyor. Sağlıklı bir insanın günlük kafein kazanımının 400 mg.ı geçmemesinde fayda var. Ben bu rakamı kilo başına 5 miligramla sınırlamanızı öneririm. Rakam yükseldikçe toksik etki olasılığı artıyor. Bir fincan filtre kahvede 100, çayda 50, neskafede 75 miligram civarında kafein var. Espressodaki kafein miktarı daha da yüksek. Son zamanlarda pek moda olan bitter çikolatalarda da yüklü miktarda kafein bulunabileceği aklınızda olsun. Enerji içeceklerindeki oran bazen 100 hatta 200 miligrama çıkabiliyor. Kolalı içeceklerde ise 40 miligram civarında kafein var. Kısacası makul miktarda kafein tüketmekte pek bir sorun yok. Tabiî ki taşikardiye tansiyon yükselmesine uyku problemine yol açmıyorsa... Herhangi bir soruna yol açmasa bile 300 miligram üzerindeki dozları kimseye tavsiye etmem.

Besinlerdeki kolesterol kandaki kolesterolü ne kadar yükseltiyor?

Sağlıklı bir vücudun günde bir gram civarında kolesterole ihtiyacı var. Bunun 700-800 miligramını kendi üretiyor. Geri kalanı besinlerle kazanılıyor. Bazı besinler kolesterolden çok zengin. Örneğin yumurtada, kabuklu deniz ürünlerinde, iç organlarda (dalak, karaciğer, böbrek, beyin) fazla miktarda kolesterol var. Eğer kolesterol sorunu olan biri değilseniz kolesterolü yüksek olan yiyeceklerle ilgili ciddi bir sınırlama yapmanız gerekmez. Çünkü sağlıklı ve genetik yönden riski olmayanlarda kolesterolden zengin beslenmenin kalp-damar hastalığını sıklaştırdığı, felç-inme gibi sorunlara yol açtığını gösteren ciddi bir veri yok. Hatta son zamanlarda besinlerle kazanılan kolesterolün kan kolesterol seviyesini zannedildiği kadar arttırmadığını gösteren bulgular var. Sağlıklı biriyseniz, kalp damar hastalığına ilişkin kötü bir sağlık geçmişiniz veya genetik mirasınız söz konusu değilse, karaciğerinde aşırı miktarda kolesterol üreten veya iyi kolesterolü (HDL) düşük biri değilseniz kolesterolden zengin beslenmenin, örneğin abartılmayacak kadar yumurta, karides, böcek, ahtapot tüketimini aşırı derecede frenlemenin pek bir anlamı yok. Bu durumda olanların aşırıya kaçmamak koşuluyla tereyağı ve benzeri doymuş yağlarda aşırı kısıtlamalar yapmaları da şart değil. Ama eğer daha önceden kalp damar hastalığı geçirdiyseniz, felç-inme atlattıysanız ve kanınızda kolesterol dengesizliğine ilişkin işaretler var ve bu nedenle ilaç kullanıyorsanız, kolesterolden zengin besinleri sık sık tüketmemenizi tavsiye ederim. Kararında kalmak koşuluyla yiyip yemeyeceğinizi ise doktorunuzla konuşmanızda fayda var.
Yaşayan her şey gibi biz de yaşlandıkça yoruluyoruz. İşin kötüsü yorulan yanımızın yalnızca bedenimiz olduğunu zannediyoruz. Oysa asıl yorulan bedenlerimiz değil, ruhlarımız. Biz hayatı ıskaladıkça ruhumuz bizden kopuyor. Koptukça yalnız ve yorgun düşüyor.

Elektronik postama gönderilen aşağıdaki mesaj bu hafta size anlatmak istediklerimin mükemmel bir özeti. Kelimesine değil, virgülüne bile dokunmadan size aktarıyorum:

Bir gün bir felsefe profesörü, elinde birkaç kutu olduğu halde derse gelir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve ağzına kadar tenis toplarıyla doldurur. Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler. Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını çalkalayarak kavanoza döker. Böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar, onlar da “evet doldu” derler. Profesör bu defa masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, Öğrenciler de koro halinde yine “evet” cevabını verirler. Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır. Kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler güler!

KAVANOZ BİZİM HAYATIMIZ

Profesör, öğrencilerin gülüşünü destekleyerek “evet” der; “Ben bu kavanozun bizlerin hayatımızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım. Şöyle ki: Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir. Yani aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeyler. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur.

O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir. İşiniz, eviniz, arabanız vs... Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet kavanoza önce kum doldurursanız, çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.

KAHVEYE HEP YER VAR

Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sağlığınıza dikkat edin. Eşinizle, dostunuzla yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin. Gerisi hep kumdur.

Bu ara bir öğrenci sorar ‘Peki, O iki fincan kahve nedir?’

Profesör tebessümle: ‘Hayatımız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarımız ve sevdiklerimizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır.(*)

Ne zaman hayatınızda bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman 24 saat size kısa gelmeye başlarsa mayonez kavanozu ve iki fincan kahveyi hatırlayınız!”

(*)Ozan Baygın ve Mustafa Atagün’e sevgilerimle...

Kışın neden kilo alırız?

Vücudumuzun kış aylarında genlerden aldığı mesajlar “yağ dokunu koru” emirleriyle doludur. Kış aylarında fazla enerji harcamak istemeyen bedenimiz bu sorunu yağ dokusunu korumakla çözmeye çalışır. Bu nedenle kış aylarında özellikle tatlı, unlu, şekerli gıdalara yöneliriz. Farkına varmasak da eskiye oranla daha az hareket etmeye başlarız. Kış kilolarının başka nedenleri de var. Mesela uzun kış gecelerini atıştırmalıklarla geçiştirmek bunlardan biri. Kış kilolarından kurtulmak için yavaş yavaş harekete geçmekte fayda var.

Sarımsak yiyince neden koku yayarız?

Sarımsak yiyince ortaya çıkan nefesteki kötü koku sorununun sebebi sarımsaktaki sülfürlü bileşiklerdir. Sarımsağın sağlığa yararları konusunda her gün yeni birşeyler öğreniyorsunuz. Ona bu güçlü tıbbi özelliklerini kazandıran yani onu sağlığa yararlı sebzelerin başköşesine yerleştiren de aynı bileşiklerdir. Bunların çoğunun doğruluğuna emin olabilirsiniz. Sarımsak kötü kolesterolü azaltıyor içindeki allisin maddesiyle bağışıklığı güçlendiriyor hatta antibiyotikler gibi bir etki de gösterebiliyor. Ayrıca kanserden koruyucu faydalarının olduğu da kesin. Cinsel güç için de tavsiye ediliyor. Bütün sorun oluşturduğu koku. Eğer kokuyu göze alıyorsanız her gün 2-3 diş sarımsak yiyin. Çiğ sarımsak pişmişinden, ezilmiş ufalanmış olanı bütün yutulanından daha faydalı. Sarımsak piştikçe, pişme süresi de uzadıkça etkinliği azalıyor.

Süt ürünleri kilo almayı kolaylaştırır mı?

Zannedildiğinin aksine süt ürünleri kilo kontrolünü bozmaz. Kilo vereceğim diye yoğurttan, peynirden vazgeçmeniz gerekmiyor. Yapacağınız tek şey yağlardan fedakârlık edip yarım yağlı veya yağı azaltılmış yoğurt ve peynirleri tercih etmek. Amerika’da yapılan bir çalışma (Dr. Michael Zernel/Tennessee Üniversitesi) az yağlı yoğurt tüketiminin kilo kaybını özellikle bel çevresindeki yağların kaybını arttırdığını gösterdi. Dr. Zernel araştırma yaptığı gönüllülerden yarısının her gün üç küçük kutu az yağlı yoğurt tüketmelerini istedi. Gönüllülerin tamamı eşit miktarda kalori tüketmelerine rağmen yoğurt yiyen grupta diğer gruba göre daha fazla yağ kaybı oldu. Üstelik bu yağ kaybı daha çok bel çevresindendi. Yoğurt ve peynirin kilo kaybını destekleyici etkisinin içerdikleri yüksek kalsiyumdan kaynaklandığı düşünülüyor. Fazla miktarda kalsiyum kazanımının bağırsaklarda yağ emilimini azalttığı kanıtlandı. Ayrıca kalsiyumun metabolizmayı etkileyerek yağ hücrelerindeki yağın kaybını da hızlandırdığını gösteren bulgular var. Bu bulgulardan hareket ederek bazı zayıflama merkezleri kilo kaybı kürleri esnasında hastalarına günde 800-1000 miligram civarında kalsiyum desteği veriyorlar. Yani ister yüksek kalsiyumlu bir diyet yapın (az yağlı süt, yoğurt, peynir tüketin), isterseniz ağız yoluyla kalsiyum desteği alın kilo kaybınız hızlanacaktır.

Az miktarda kahve sağlığa faydalı olabilir mi?

Sorun kahveden değil, içindeki kafeinden kaynaklanıyor. Kahve bilinen en önemli kafein kaynağı. Kafein kana karışınca beyinde görev yapan adenosin isimli sakinleştirici bir başka kimyasalın görevini yapmasına engel oluyor. Adenosin uykuya da yardımcı olan doğal bir kimyasal. İşini yapamayınca uyanıklık hali artıyor. Eğer uykuya yakın saatlerde kafeinli bir içecek alırsanız mesela bir fincan neskafe ya da espressoyu Türk kahvesini afiyetle içerseniz, adenosin işini yapamıyor, uykunuz kaçıyor. Kafeinin olumsuz etkisi yalnızca uykuyu kaçırmakla da sınırlı değil. Değişik mekanizmalarla nabzı hızlandırabiliyor kan basıncını yükseltebiliyor. Belki sizi daha dikkatli tutuyor ama bu dikkat bazen aşırı sinirlilik dozuna yaklaşabiliyor. Kısacası kafeinin fiziksel performansı arttırdığı doğru ama bu katkı bir süre sonra zararlı hale gelebiliyor. Sağlıklı bir insanın günlük kafein kazanımının 400 mg.ı geçmemesinde fayda var. Ben bu rakamı kilo başına 5 miligramla sınırlamanızı öneririm. Rakam yükseldikçe toksik etki olasılığı artıyor. Bir fincan filtre kahvede 100, çayda 50, neskafede 75 miligram civarında kafein var. Espressodaki kafein miktarı daha da yüksek. Son zamanlarda pek moda olan bitter çikolatalarda da yüklü miktarda kafein bulunabileceği aklınızda olsun. Enerji içeceklerindeki oran bazen 100 hatta 200 miligrama çıkabiliyor. Kolalı içeceklerde ise 40 miligram civarında kafein var. Kısacası makul miktarda kafein tüketmekte pek bir sorun yok. Tabiî ki taşikardiye tansiyon yükselmesine uyku problemine yol açmıyorsa... Herhangi bir soruna yol açmasa bile 300 miligram üzerindeki dozları kimseye tavsiye etmem.

Besinlerdeki kolesterol kandaki kolesterolü ne kadar yükseltiyor?

Sağlıklı bir vücudun günde bir gram civarında kolesterole ihtiyacı var. Bunun 700-800 miligramını kendi üretiyor. Geri kalanı besinlerle kazanılıyor. Bazı besinler kolesterolden çok zengin. Örneğin yumurtada, kabuklu deniz ürünlerinde, iç organlarda (dalak, karaciğer, böbrek, beyin) fazla miktarda kolesterol var. Eğer kolesterol sorunu olan biri değilseniz kolesterolü yüksek olan yiyeceklerle ilgili ciddi bir sınırlama yapmanız gerekmez. Çünkü sağlıklı ve genetik yönden riski olmayanlarda kolesterolden zengin beslenmenin kalp-damar hastalığını sıklaştırdığı, felç-inme gibi sorunlara yol açtığını gösteren ciddi bir veri yok. Hatta son zamanlarda besinlerle kazanılan kolesterolün kan kolesterol seviyesini zannedildiği kadar arttırmadığını gösteren bulgular var. Sağlıklı biriyseniz, kalp damar hastalığına ilişkin kötü bir sağlık geçmişiniz veya genetik mirasınız söz konusu değilse, karaciğerinde aşırı miktarda kolesterol üreten veya iyi kolesterolü (HDL) düşük biri değilseniz kolesterolden zengin beslenmenin, örneğin abartılmayacak kadar yumurta, karides, böcek, ahtapot tüketimini aşırı derecede frenlemenin pek bir anlamı yok. Bu durumda olanların aşırıya kaçmamak koşuluyla tereyağı ve benzeri doymuş yağlarda aşırı kısıtlamalar yapmaları da şart değil. Ama eğer daha önceden kalp damar hastalığı geçirdiyseniz, felç-inme atlattıysanız ve kanınızda kolesterol dengesizliğine ilişkin işaretler var ve bu nedenle ilaç kullanıyorsanız, kolesterolden zengin besinleri sık sık tüketmemenizi tavsiye ederim. Kararında kalmak koşuluyla yiyip yemeyeceğinizi ise doktorunuzla konuşmanızda fayda var.
Devamını Oku

Felç tedavisinde umut veren yöntem

Amerikalı bilim adamları, felçli hastalara şarkı söylemeyi öğretmenin beyinlerini canlandırdığını, konuşmalarının düzelmesine yardımcı olduğunu tespit etti.

Şarkı söyleyerek, hastaların beynin konuşmayla ilgili bölümünden farklı bir kısmını kullandıklarını belirten araştırmacılar, eğer bir kişinin "konuşma merkezi" felç sonucu hasar gördüyse bunun yerine "şarkı söyleme merkezini" kullanmayı öğrenebileceklerinin altını çizdi.

Bulgularını Amerikan Bilimsel İlerleme Topluluğu'nun (AAAS) San Diego'daki yıllık toplantılarında sunan araştırmacılar, sürmekte olan klinik deneylerin, beynin bu "melodik tonlama terapisine" nasıl yanıt verdiğini gösterdiğini belirtti.

Boston kentindeki Beth Israel Deaconess Tıp Merkezi ve Harvard Tıp Fakültesi'nde görevli nöroloji profesörü Gottfried Schlaug başkanlığında yapılan terapide önceden uygulanan bir tıbbi teknikten faydalanıldı.

Araştırmacılar, önce beyin hasarı gören ve konuşma yetilerini kaybeden felçli hastaların hala şarkı söyleyip söyleyemeyeceklerini belirledi.

Beyin görüntülemeyle bu terapiyi ilk kez bir araya getiren araştırmada, konuşmada daha çok kullanılan beynin sol tarafı hasar gören hastaların, kelimeleri melodiyle öğrendikçe, beyinlerinin sağ tarafında önemli bağlantılar oluşmaya ve bu bölgede hareketlenme görülmeye başlandı.
Amerikalı bilim adamları, felçli hastalara şarkı söylemeyi öğretmenin beyinlerini canlandırdığını, konuşmalarının düzelmesine yardımcı olduğunu tespit etti.

Şarkı söyleyerek, hastaların beynin konuşmayla ilgili bölümünden farklı bir kısmını kullandıklarını belirten araştırmacılar, eğer bir kişinin "konuşma merkezi" felç sonucu hasar gördüyse bunun yerine "şarkı söyleme merkezini" kullanmayı öğrenebileceklerinin altını çizdi.

Bulgularını Amerikan Bilimsel İlerleme Topluluğu'nun (AAAS) San Diego'daki yıllık toplantılarında sunan araştırmacılar, sürmekte olan klinik deneylerin, beynin bu "melodik tonlama terapisine" nasıl yanıt verdiğini gösterdiğini belirtti.

Boston kentindeki Beth Israel Deaconess Tıp Merkezi ve Harvard Tıp Fakültesi'nde görevli nöroloji profesörü Gottfried Schlaug başkanlığında yapılan terapide önceden uygulanan bir tıbbi teknikten faydalanıldı.

Araştırmacılar, önce beyin hasarı gören ve konuşma yetilerini kaybeden felçli hastaların hala şarkı söyleyip söyleyemeyeceklerini belirledi.

Beyin görüntülemeyle bu terapiyi ilk kez bir araya getiren araştırmada, konuşmada daha çok kullanılan beynin sol tarafı hasar gören hastaların, kelimeleri melodiyle öğrendikçe, beyinlerinin sağ tarafında önemli bağlantılar oluşmaya ve bu bölgede hareketlenme görülmeye başlandı.
Devamını Oku

Çekilen diş tekrar ekiliyor

Çekilen dişin yerine konulması için 3 ay beklemeye gerek kalmadı. Diş ekimi yöntemi bu sorundan kurtarıyor.

Günümüzde diş hekimleri ileri tedavi yöntemleri ve yeni teknolojiler kullanarak dişleri çekmeden ağızda tutmak için büyük çaba gösteriyorlar. Ancak tüm çabalara rağmen diş kurtarılamayarak çekilmek zorunda kalınmışsa artık bunun da kolayı var. Gelişen tıp teknolojileri ışığında artık aynı anda çürüyen dişi çekerek yerine yeni bir diş monte edilebiliyor. Halk arasında “diş ekimi”, tıptaki adıyla da “İmmediat İmplant” olarak bilinen yöntemle, çekilen diş kökünün boşluğuna hemen implant yerleştiriliyor ve kişi böylece implant yerleştirilmesi için geçmesi gereken ortalama 3 aylık süreyi beklemek zorunda kalmıyor. Ağız ve Diş Sağlığı Uzmanı Altuğ Serçe ‘diş ekimi’ ile ilgili olarak şu bilgileri verdi:

Hem çekim hem ekim

“Biz diş hekimleri bir dişin çekilmemesi için maksimum çabayı göstermekteyiz. Ancak tüm bunlara rağmen çeşitli sebeplerle diş kayıpları yaşanabilmektedir. Bu can sıkıcı durumu telafi etmek amacıyla yıllardır sürdürülen çalışmaların sonucunda İmplant teknolojisinin geldiği son nokta hem hekimin hem hastaların yüzünü güldürmektedir. Bugün 3 haftalık bir süre içinde, kaybettiğimiz dişin yerine aynı fonksiyonları gören İmplant üzeri protezler yapılabilmektedir. Tabii ki öncelikle dişi korumak ve kaybetmemek için gerekli bakım ve tedavi yöntemlerinden faydalanmak gerekir. Ancak diş, çekilme pozisyonuna gelmişse bu kararı vermeden önce halk arasında “diş ektirmek” olarak da bilinen İmplant seçeneğini düşünerek dikkatli olmak gerekir. Çünkü dişin çekileceği seansta doku uyuşukken ikinci bir anesteziye gerek kalmadan dişi alıp çekilen dişin kökünün boşluğuna implantı yerleştirmek mümkündür.”

3 ay beklemeye gerek yok

“Bilindiği gibi İmplant, titanyumdan ileri bir teknoloji ile üretilmiş diş kökü formundaki materyallerdir. Kısa bir süre öncesine kadar diş çekimi yapıldıktan sonra çekilen dişin boşluğunun kemikle dolması için en az 3 ay beklenir, daha sonra implant yerleştirilir, 2-3 ay gibi bir süre adaptasyon süresi olarak geçirilir, sonra dişin formunda üst yapı şekillendirilirdi. Bu, hastanın 6-7 ay gibi bir süre dişsiz kalmasına sebep olurdu. Bugün diş çekildiği seansta, çekilen dişin boşluğuna implant yerleştirilmektedir. Hatta bugün özel bir tip implant, kendi özel likidi içinde oksijensiz ortamda muhafaza edilmekte ve uygulanmaktadır. Doku proteinleri implantın özelliği sebebiyle implant yüzeyine hücum ederek çok daha çabuk iyileşme ve adaptasyon sağlanmaktadır. Sonuçta da birkaç hafta gibi kısa bir sürede kemiğin implantı kavrama oranı cihazlarla ölçülerek, yeterli adaptasyon olup olmadığı tespit edilerek, implant üzeri porselen kuronu bitirilmektedir. Tüm bu işlemler için ortalama 20 günlük bir süre yeterli olmaktadır.”

Diş daha önceden çekilmişse..

“Günümüzde, daha önceden kaybedilen ve zamanla erimeden dolayı kemik kalınlıkları uygun olmaktan çıkan dişler için de çözüm yolları bulunmaktadır. Eski diş kayıplarının yerine eğer kemik boyutları yani; kemik çapı ve derinliği uygunsa hemen implant uygulanabilir. Ancak kullanılmayan bütün organlar atrofiye, yani küçülmeye uğrar. Böyle durumlarda kemik yetersizse önce ilgili bölgede yeni kemik dokusu oluşturup (kemik greftleme yöntemleri ile) sonra implant uygulanır. Üst çenede hastanın maxiller sinüsleri çekim bölgesine sarkmış olabilir. Sinüs lifting dediğimiz yöntemle maxiller sinüsü yukarı alıparada yeni kemik dokusu oluşturup sonra implant uygulamak mümkündür.

Kısacası eğer kemiğin kalitesi (yoğunluğu) uygunsa mutlaka implant uygulanabilir. Ancak biz diş hekimleri günümüzde eğer mutlaka bir dişin kaybedilmesi söz konusu ise çekimin yapılacağı seansta implantın yerleştirilmesini önermekteyiz. İmmediat implant denilen bu yöntemle, o bölgede kemik erimesinin meydana gelmesinin önüne geçilmekte ve aylar süren bir beklemeye gerek kalmamaktadır.”
Çekilen dişin yerine konulması için 3 ay beklemeye gerek kalmadı. Diş ekimi yöntemi bu sorundan kurtarıyor.

Günümüzde diş hekimleri ileri tedavi yöntemleri ve yeni teknolojiler kullanarak dişleri çekmeden ağızda tutmak için büyük çaba gösteriyorlar. Ancak tüm çabalara rağmen diş kurtarılamayarak çekilmek zorunda kalınmışsa artık bunun da kolayı var. Gelişen tıp teknolojileri ışığında artık aynı anda çürüyen dişi çekerek yerine yeni bir diş monte edilebiliyor. Halk arasında “diş ekimi”, tıptaki adıyla da “İmmediat İmplant” olarak bilinen yöntemle, çekilen diş kökünün boşluğuna hemen implant yerleştiriliyor ve kişi böylece implant yerleştirilmesi için geçmesi gereken ortalama 3 aylık süreyi beklemek zorunda kalmıyor. Ağız ve Diş Sağlığı Uzmanı Altuğ Serçe ‘diş ekimi’ ile ilgili olarak şu bilgileri verdi:

Hem çekim hem ekim

“Biz diş hekimleri bir dişin çekilmemesi için maksimum çabayı göstermekteyiz. Ancak tüm bunlara rağmen çeşitli sebeplerle diş kayıpları yaşanabilmektedir. Bu can sıkıcı durumu telafi etmek amacıyla yıllardır sürdürülen çalışmaların sonucunda İmplant teknolojisinin geldiği son nokta hem hekimin hem hastaların yüzünü güldürmektedir. Bugün 3 haftalık bir süre içinde, kaybettiğimiz dişin yerine aynı fonksiyonları gören İmplant üzeri protezler yapılabilmektedir. Tabii ki öncelikle dişi korumak ve kaybetmemek için gerekli bakım ve tedavi yöntemlerinden faydalanmak gerekir. Ancak diş, çekilme pozisyonuna gelmişse bu kararı vermeden önce halk arasında “diş ektirmek” olarak da bilinen İmplant seçeneğini düşünerek dikkatli olmak gerekir. Çünkü dişin çekileceği seansta doku uyuşukken ikinci bir anesteziye gerek kalmadan dişi alıp çekilen dişin kökünün boşluğuna implantı yerleştirmek mümkündür.”

3 ay beklemeye gerek yok

“Bilindiği gibi İmplant, titanyumdan ileri bir teknoloji ile üretilmiş diş kökü formundaki materyallerdir. Kısa bir süre öncesine kadar diş çekimi yapıldıktan sonra çekilen dişin boşluğunun kemikle dolması için en az 3 ay beklenir, daha sonra implant yerleştirilir, 2-3 ay gibi bir süre adaptasyon süresi olarak geçirilir, sonra dişin formunda üst yapı şekillendirilirdi. Bu, hastanın 6-7 ay gibi bir süre dişsiz kalmasına sebep olurdu. Bugün diş çekildiği seansta, çekilen dişin boşluğuna implant yerleştirilmektedir. Hatta bugün özel bir tip implant, kendi özel likidi içinde oksijensiz ortamda muhafaza edilmekte ve uygulanmaktadır. Doku proteinleri implantın özelliği sebebiyle implant yüzeyine hücum ederek çok daha çabuk iyileşme ve adaptasyon sağlanmaktadır. Sonuçta da birkaç hafta gibi kısa bir sürede kemiğin implantı kavrama oranı cihazlarla ölçülerek, yeterli adaptasyon olup olmadığı tespit edilerek, implant üzeri porselen kuronu bitirilmektedir. Tüm bu işlemler için ortalama 20 günlük bir süre yeterli olmaktadır.”

Diş daha önceden çekilmişse..

“Günümüzde, daha önceden kaybedilen ve zamanla erimeden dolayı kemik kalınlıkları uygun olmaktan çıkan dişler için de çözüm yolları bulunmaktadır. Eski diş kayıplarının yerine eğer kemik boyutları yani; kemik çapı ve derinliği uygunsa hemen implant uygulanabilir. Ancak kullanılmayan bütün organlar atrofiye, yani küçülmeye uğrar. Böyle durumlarda kemik yetersizse önce ilgili bölgede yeni kemik dokusu oluşturup (kemik greftleme yöntemleri ile) sonra implant uygulanır. Üst çenede hastanın maxiller sinüsleri çekim bölgesine sarkmış olabilir. Sinüs lifting dediğimiz yöntemle maxiller sinüsü yukarı alıparada yeni kemik dokusu oluşturup sonra implant uygulamak mümkündür.

Kısacası eğer kemiğin kalitesi (yoğunluğu) uygunsa mutlaka implant uygulanabilir. Ancak biz diş hekimleri günümüzde eğer mutlaka bir dişin kaybedilmesi söz konusu ise çekimin yapılacağı seansta implantın yerleştirilmesini önermekteyiz. İmmediat implant denilen bu yöntemle, o bölgede kemik erimesinin meydana gelmesinin önüne geçilmekte ve aylar süren bir beklemeye gerek kalmamaktadır.”
Devamını Oku

Sarkan silikonlu göğüse tazminat

Göğüs ve burun amaliyatını beğenmeyen hasta doktoruna dava açtı ve 6 bin lira tazminat kazandı.

Muğla'nın Marmaris İlçesi'ndeki otellerde animatörlük yapan Özden Doyranlı ile Selma Nur Uçar, Estetik Cerrah Prof.Dr. Cenk Demirdöver'e açtıkları tazminat davasını kazandı. Göğüs ve burun amaliyatını beğenmeyen Doyranlı 11 bin, burun ameliyatını beğenmeyen Uçar ise, 6 bin lira tazminat kazandı.

Arkadaş olan Özden Doyranlı ve Selma Nur Uçar 2004 yılında İzmir'de Prof.Dr. Cenk Demirdöver'e ameliyat oldu. Özden Doyranlı burnunu düzelttirdi, göğüslerine silikon taktırdı. Selma Nur Uçar ise, burnuna cerrahi müdahale yaptırdı. Ancak, bir süre sonra iki kadın da yapılan cerrahi müdahaleyi beğenmeyip İzmir 2'nci Asliye Hukuk Mahkemesi'ne avukatları aracılığıyla dava açarken uzman doktorun güzelleştirme yerine kendilerini çirkinleştirdiğini öne sürdü. İki kadın toplam 32 bin lira tazminat istedi. Animatör olan Doyranlı, şöyle dedi:

“Mesleğim gereği mayo giyiyorum. Görevim, müşterileri eğlendirmek. Doğum sonrası sarkan göğüslerimi ve burnumu düzeltirmek için doktor ile anlaştım. Bandaj açıldığında burnumun eskisinden kötü, göğüslerimin ise sarktığını gördüm. Eşimle cinsel ilişkim bitti. Silikonlar göğsümde dönüyor. Eşim ile aram bozuldu ve benden soğudu. Başka bir yerde ikinci kez ameliyat olmak zorunda kaldım. Amacım başkalarının zarar görmemesi.”

Selma Nur Uçar da Prof.Dr. Cenk Demirdöver'in ameliyatında kusurlu olduğunu öne sürerken, “Ameliyat sonrası manevi çöküntü içine girdim. Sağlıklı iken ameliyat sonrası sağlıksız bir buruna sahip oldum. Çektiğim acıları bir tek ben biliyorum” dedi.

Suçlanan Prof.Dr. Cenk Demirdöver ise, avukatları aracılığıyla verdiği cevap dilekçesinde “Her iki davacı yönünden de operasyon başarıyla tamamlanmıştır. Ameliyat öncesi ve sonrası çekilen fotoğraflarla da açıkça görülmektedir. Bugüne kadar kimseden şikayet gelmedi. Kendileri ameliyat sonrası görüşmelerinde bana teşekkür etmişlerdir” dedi.
Adli Tıp Kurumu'ndan gelen raporda doktorun ameliyatta kusurlu olduğu belirtildi. Hakim, toplanan kanıtlara göre davanın reddine karar verip 2007 yılında kararı açıkladı. Uçar ve Doyranlı'nın avukatı Yılmaz Yaman, kararı temyiz etti. Yargıtay 15'inci Hukuk Dairesi yerel mahkemenin verdiği kararı esastan bozdu. Yargıtay, mağdurların zararlarının giderilmesi gerektiğini, doktorun, raporlara göre kusuru bulunduğuna dikkat çekip dosyayı mahkemeye gönderdi. Bunun üzerine yeniden görülen davada hakim Muharrem Ünal şikayetçileri haklı buldu. Hakim Ünal kararında, şöyle dedi:

“İnsanların estetik amaçlı olarak doktora başvurmalarının tek nedeni halen bulundukları görünüm ve konumdan daha iyi bir duruma gelme amacıyladır. Dolayısıyla günümüzde her kişinin estetik amaçlı operasyon yaptırmadığı belinmektedir. Bu operasyonu yaptıranların bu konuda hassas oldukları ve buna çok önem verdiklerinin kabulü gerekir. Bu bağlamda davalı tarafından yapılan işlem yeterli olmadığına göre her iki davacının da bununla ilgili olarak önemli üzüntü ve sıkıntılar çektiğinin kabulü gerekir. Dosyadaki belgelerde davacıların eski konumlarına bile gelmekte zorlandıklarına göre davalının yaptığı işlemden manevi zarar gördükleri anlaşılmıştır.”

Hakim, Özden Doyuranlı'ya burun ve göğüs operasyonu ile ilgili yasal faizi hariç 10 bin TL manevi, 1000 TL maddi, Selma Nur Uçar için 5 bin TL manevi, 1000 TL maddi tazminat ödenmesine karar verdi. Mağdurların avukatı Yılmaz Yaman, daha önce verilen kararın yanlış olduğunu, müvekillerin bu olaydan dolayı psikolojilerinin bozulduğunu, sürekli doktorlara gidip eski hallerine dönmek için uğraştıklarını belirtti. Yaman, “Bu karar diğer mağdurlar için de örnek teşkil edecek” dedi. Ameliyatları yapan Cenk Demirdöver'in avukatları kararın temyizi için başvurdu.
Göğüs ve burun amaliyatını beğenmeyen hasta doktoruna dava açtı ve 6 bin lira tazminat kazandı.

Muğla'nın Marmaris İlçesi'ndeki otellerde animatörlük yapan Özden Doyranlı ile Selma Nur Uçar, Estetik Cerrah Prof.Dr. Cenk Demirdöver'e açtıkları tazminat davasını kazandı. Göğüs ve burun amaliyatını beğenmeyen Doyranlı 11 bin, burun ameliyatını beğenmeyen Uçar ise, 6 bin lira tazminat kazandı.

Arkadaş olan Özden Doyranlı ve Selma Nur Uçar 2004 yılında İzmir'de Prof.Dr. Cenk Demirdöver'e ameliyat oldu. Özden Doyranlı burnunu düzelttirdi, göğüslerine silikon taktırdı. Selma Nur Uçar ise, burnuna cerrahi müdahale yaptırdı. Ancak, bir süre sonra iki kadın da yapılan cerrahi müdahaleyi beğenmeyip İzmir 2'nci Asliye Hukuk Mahkemesi'ne avukatları aracılığıyla dava açarken uzman doktorun güzelleştirme yerine kendilerini çirkinleştirdiğini öne sürdü. İki kadın toplam 32 bin lira tazminat istedi. Animatör olan Doyranlı, şöyle dedi:

“Mesleğim gereği mayo giyiyorum. Görevim, müşterileri eğlendirmek. Doğum sonrası sarkan göğüslerimi ve burnumu düzeltirmek için doktor ile anlaştım. Bandaj açıldığında burnumun eskisinden kötü, göğüslerimin ise sarktığını gördüm. Eşimle cinsel ilişkim bitti. Silikonlar göğsümde dönüyor. Eşim ile aram bozuldu ve benden soğudu. Başka bir yerde ikinci kez ameliyat olmak zorunda kaldım. Amacım başkalarının zarar görmemesi.”

Selma Nur Uçar da Prof.Dr. Cenk Demirdöver'in ameliyatında kusurlu olduğunu öne sürerken, “Ameliyat sonrası manevi çöküntü içine girdim. Sağlıklı iken ameliyat sonrası sağlıksız bir buruna sahip oldum. Çektiğim acıları bir tek ben biliyorum” dedi.

Suçlanan Prof.Dr. Cenk Demirdöver ise, avukatları aracılığıyla verdiği cevap dilekçesinde “Her iki davacı yönünden de operasyon başarıyla tamamlanmıştır. Ameliyat öncesi ve sonrası çekilen fotoğraflarla da açıkça görülmektedir. Bugüne kadar kimseden şikayet gelmedi. Kendileri ameliyat sonrası görüşmelerinde bana teşekkür etmişlerdir” dedi.
Adli Tıp Kurumu'ndan gelen raporda doktorun ameliyatta kusurlu olduğu belirtildi. Hakim, toplanan kanıtlara göre davanın reddine karar verip 2007 yılında kararı açıkladı. Uçar ve Doyranlı'nın avukatı Yılmaz Yaman, kararı temyiz etti. Yargıtay 15'inci Hukuk Dairesi yerel mahkemenin verdiği kararı esastan bozdu. Yargıtay, mağdurların zararlarının giderilmesi gerektiğini, doktorun, raporlara göre kusuru bulunduğuna dikkat çekip dosyayı mahkemeye gönderdi. Bunun üzerine yeniden görülen davada hakim Muharrem Ünal şikayetçileri haklı buldu. Hakim Ünal kararında, şöyle dedi:

“İnsanların estetik amaçlı olarak doktora başvurmalarının tek nedeni halen bulundukları görünüm ve konumdan daha iyi bir duruma gelme amacıyladır. Dolayısıyla günümüzde her kişinin estetik amaçlı operasyon yaptırmadığı belinmektedir. Bu operasyonu yaptıranların bu konuda hassas oldukları ve buna çok önem verdiklerinin kabulü gerekir. Bu bağlamda davalı tarafından yapılan işlem yeterli olmadığına göre her iki davacının da bununla ilgili olarak önemli üzüntü ve sıkıntılar çektiğinin kabulü gerekir. Dosyadaki belgelerde davacıların eski konumlarına bile gelmekte zorlandıklarına göre davalının yaptığı işlemden manevi zarar gördükleri anlaşılmıştır.”

Hakim, Özden Doyuranlı'ya burun ve göğüs operasyonu ile ilgili yasal faizi hariç 10 bin TL manevi, 1000 TL maddi, Selma Nur Uçar için 5 bin TL manevi, 1000 TL maddi tazminat ödenmesine karar verdi. Mağdurların avukatı Yılmaz Yaman, daha önce verilen kararın yanlış olduğunu, müvekillerin bu olaydan dolayı psikolojilerinin bozulduğunu, sürekli doktorlara gidip eski hallerine dönmek için uğraştıklarını belirtti. Yaman, “Bu karar diğer mağdurlar için de örnek teşkil edecek” dedi. Ameliyatları yapan Cenk Demirdöver'in avukatları kararın temyizi için başvurdu.
Devamını Oku

DSÖ'den aşı tavsiyesi geldi

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), önümüzdeki grip mevsiminde grip aşılarına domuz gribi (H1N1) virüsü eklenmesi tavsiyesinde bulundu.

DSÖ'den yapılan açıklamada, önümüzdeki grip mevsiminde kullanılacak aşılarda hangi grip türlerinin yer alacağı konusunun ele alındığı konusunda yapılan toplantının sonunda, aşı üreticilerine Domuz gribi virüsünün de aşıda yer almasının önerilmesi kararına varıldığı bildirildi.

Kararın, “domuz gribi salgınının sona erdiği” anlamına gelmediği vurgulandı.

Grip aşılarında genellikle, uzmanların karar verdiği üç virüs tipi yer alıyor. Kuzey yarımkürede yeni grip mevsimi önümüzdeki sonbaharda başlayacak.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), önümüzdeki grip mevsiminde grip aşılarına domuz gribi (H1N1) virüsü eklenmesi tavsiyesinde bulundu.

DSÖ'den yapılan açıklamada, önümüzdeki grip mevsiminde kullanılacak aşılarda hangi grip türlerinin yer alacağı konusunun ele alındığı konusunda yapılan toplantının sonunda, aşı üreticilerine Domuz gribi virüsünün de aşıda yer almasının önerilmesi kararına varıldığı bildirildi.

Kararın, “domuz gribi salgınının sona erdiği” anlamına gelmediği vurgulandı.

Grip aşılarında genellikle, uzmanların karar verdiği üç virüs tipi yer alıyor. Kuzey yarımkürede yeni grip mevsimi önümüzdeki sonbaharda başlayacak.
Devamını Oku

Ucuz saatlerdeki büyük tehlike

İşportada 5 ile 30 lira arasında satılan, atık metal kullanılarak yapılan saatlerin çeşitli sağlık sorunlarına yol açtığı, kısa sürede bozulduğu için aslında daha pahalıya mal olduğu bildirildi.

Trabzon Kuyumcu ve Saatçiler Odası Başkanı Musa Başak, ülke genelinde olduğu gibi Trabzon'da da saatçilerin ekonomik olarak büyük sıkıntı çektiğini, neredeyse saatçilik mesleğinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyledi.

Musa Başak, saatçilerin yaşadığı sorunların başında piyasada satılan menşei belli olmayan ürünlerin geldiğini belirterek, “En büyük sorunumuz işportada saat satılması. Bu durum bizi ekonomik yönden olumsuz etkiliyor. Şimdiye kadar işportacılarla mücadele ettik. Günümüzde ise maalesef saatler sadece işportada değil aklınıza gelebilecek her yerde satışa sunuluyor. Takı, toka gibi eşyaların satıldığı iş yerlerinde, marketlerde, büyük mağazalardaki stantlarda bile saat satılıyor” dedi.

Yetki belgesi bulunmayan, ustasının olmadığı yerde saat satılmasının yasak olduğunu ancak ilgili yönetmeliğin yetersiz olması nedeniyle bu durumun önüne geçilemediğini ifade eden Başak, “Vatandaşa markette saati manav reyonuna bakan kişi satıyor. Bu kişi ne saatten ne özelliğinden ne de tamirinden anlar. Ancak oraya saat konulmuş o da satmak durumunda kalıyor. Bu gibi durumların önüne geçilmediği, ciddi tedbirler alınmadığı müddetçe saatçilik de maalesef kaybolan diğer meslekler arasına girecek” diye konuştu.

Başak, vatandaşların yetki belgesi bulunmayan, ustası olmayan yerden saat almaması gerektiğine dikkati çekerek, şunları söyledi:
“Vatandaşlarımız özellikle ucuz ürün almayı tercih ediyor. Bu tür ürünleri de ucuz olduğu için işportadan, takı ve toka satılan yerlerden daha çok satın alıyor. Halbuki bu gibi yerlerde satılan ürünün garantisi olmaz. Bozulduğu zaman tamirini yaptıramazsın. Zaten bu tür ürünlerin birçoğunun yedek parçası olmadığı için başka yerde de tamir edilmez ve çöpe gider. Dikkat edin, farklı iş yerlerinde saat reyonunun hemen yanında veya üzerinde 'Satılan saat değiştirilemez' gibi uyarı yazıları görürsünüz. Bu da tüketicinin aleyhine bir durum. Halbuki saatçiler garanti dahilinde bütün sorunları gidermek durumundadır. Hem zaman kaybı hem de masrafı olmaz. Yeri geliyor 5 yıl önce alınan saati ücretsiz tamir edip müşterimize teslim ediyoruz. Bu, Ahilik kültürünün de bir gereğidir.”

“SAĞLIK SORUNUNA DA NEDEN OLUYOR”

Başak, saatçilik yetkisi bulunmayan iş yerlerinden satın alınan saatlerin ekonomik kaybın yanı sıra sağlık sorunlarına da yol açabileceğini söyledi.

Türkiye'ye özellikle Uzak Doğu ülkelerinden gelen metal saatlerin alerjilere yol açtığını belirten Başak, şunları kaydetti:
“Bu tür saatleri kullanan kişilerin çoğunun bileğinde alerji meydana geliyor. Tabii bu durum karşısında kişi saatini bir daha kullanmak istemiyor, o öylece ekonomik kayba dönüşüyor. Kökeni belli olmayan saatlerin tamamına yakını, kansere neden olduğu bilinen asbest maddesi kullanılarak sökümü gerçekleştirilen gemi metalinden üretiliyor. Bu, bilimsel çalışmalarla kanıtlanmış. Ülkemizde de bu yönde yapılan çalışmalarda saatlerde kanserojen maddeye rastlandı. Bu madde, insan sağlığına şiddetli şekilde zarar veriyor.”

Başak, sağlığın değerinin parayla ölçülemeyeceğini ifade ederek, “Vatandaşlarımız menşei belli olmayan saatlerin yol açabileceği sağlık sorunlarına karşı duyarlı olmalı. Saatlerini emin oldukları ve yetkili satıcılardan alarak bu riski ortadan kaldırabilirler” dedi.
İşportada 5 ile 30 lira arasında satılan, atık metal kullanılarak yapılan saatlerin çeşitli sağlık sorunlarına yol açtığı, kısa sürede bozulduğu için aslında daha pahalıya mal olduğu bildirildi.

Trabzon Kuyumcu ve Saatçiler Odası Başkanı Musa Başak, ülke genelinde olduğu gibi Trabzon'da da saatçilerin ekonomik olarak büyük sıkıntı çektiğini, neredeyse saatçilik mesleğinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyledi.

Musa Başak, saatçilerin yaşadığı sorunların başında piyasada satılan menşei belli olmayan ürünlerin geldiğini belirterek, “En büyük sorunumuz işportada saat satılması. Bu durum bizi ekonomik yönden olumsuz etkiliyor. Şimdiye kadar işportacılarla mücadele ettik. Günümüzde ise maalesef saatler sadece işportada değil aklınıza gelebilecek her yerde satışa sunuluyor. Takı, toka gibi eşyaların satıldığı iş yerlerinde, marketlerde, büyük mağazalardaki stantlarda bile saat satılıyor” dedi.

Yetki belgesi bulunmayan, ustasının olmadığı yerde saat satılmasının yasak olduğunu ancak ilgili yönetmeliğin yetersiz olması nedeniyle bu durumun önüne geçilemediğini ifade eden Başak, “Vatandaşa markette saati manav reyonuna bakan kişi satıyor. Bu kişi ne saatten ne özelliğinden ne de tamirinden anlar. Ancak oraya saat konulmuş o da satmak durumunda kalıyor. Bu gibi durumların önüne geçilmediği, ciddi tedbirler alınmadığı müddetçe saatçilik de maalesef kaybolan diğer meslekler arasına girecek” diye konuştu.

Başak, vatandaşların yetki belgesi bulunmayan, ustası olmayan yerden saat almaması gerektiğine dikkati çekerek, şunları söyledi:
“Vatandaşlarımız özellikle ucuz ürün almayı tercih ediyor. Bu tür ürünleri de ucuz olduğu için işportadan, takı ve toka satılan yerlerden daha çok satın alıyor. Halbuki bu gibi yerlerde satılan ürünün garantisi olmaz. Bozulduğu zaman tamirini yaptıramazsın. Zaten bu tür ürünlerin birçoğunun yedek parçası olmadığı için başka yerde de tamir edilmez ve çöpe gider. Dikkat edin, farklı iş yerlerinde saat reyonunun hemen yanında veya üzerinde 'Satılan saat değiştirilemez' gibi uyarı yazıları görürsünüz. Bu da tüketicinin aleyhine bir durum. Halbuki saatçiler garanti dahilinde bütün sorunları gidermek durumundadır. Hem zaman kaybı hem de masrafı olmaz. Yeri geliyor 5 yıl önce alınan saati ücretsiz tamir edip müşterimize teslim ediyoruz. Bu, Ahilik kültürünün de bir gereğidir.”

“SAĞLIK SORUNUNA DA NEDEN OLUYOR”

Başak, saatçilik yetkisi bulunmayan iş yerlerinden satın alınan saatlerin ekonomik kaybın yanı sıra sağlık sorunlarına da yol açabileceğini söyledi.

Türkiye'ye özellikle Uzak Doğu ülkelerinden gelen metal saatlerin alerjilere yol açtığını belirten Başak, şunları kaydetti:
“Bu tür saatleri kullanan kişilerin çoğunun bileğinde alerji meydana geliyor. Tabii bu durum karşısında kişi saatini bir daha kullanmak istemiyor, o öylece ekonomik kayba dönüşüyor. Kökeni belli olmayan saatlerin tamamına yakını, kansere neden olduğu bilinen asbest maddesi kullanılarak sökümü gerçekleştirilen gemi metalinden üretiliyor. Bu, bilimsel çalışmalarla kanıtlanmış. Ülkemizde de bu yönde yapılan çalışmalarda saatlerde kanserojen maddeye rastlandı. Bu madde, insan sağlığına şiddetli şekilde zarar veriyor.”

Başak, sağlığın değerinin parayla ölçülemeyeceğini ifade ederek, “Vatandaşlarımız menşei belli olmayan saatlerin yol açabileceği sağlık sorunlarına karşı duyarlı olmalı. Saatlerini emin oldukları ve yetkili satıcılardan alarak bu riski ortadan kaldırabilirler” dedi.
Devamını Oku

Cinsel Gücü Arttırıcı Bazı İlaçlar Toplatılıyor

Sağlık Bakanlığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın yasa gereği incelemeden ruhsat verdiği bitkisel içerikli cinsel güç artırıcı beş ilacın piyasadan çekilmesine karar verdi.


İl sağlık müdürlüklerine gönderilen yazıda, ilaçların içinde beyan dışı sentetik madde bulunduğu, ürünlerin ölümlere bile neden olabileceği bildirildi. Piyasadan toplanacak ilaçlar şöyle:

Sir Hunter, Romeo-Juliet, Zirool, Grinex ve EFR-X
Sağlık Bakanlığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın yasa gereği incelemeden ruhsat verdiği bitkisel içerikli cinsel güç artırıcı beş ilacın piyasadan çekilmesine karar verdi.


İl sağlık müdürlüklerine gönderilen yazıda, ilaçların içinde beyan dışı sentetik madde bulunduğu, ürünlerin ölümlere bile neden olabileceği bildirildi. Piyasadan toplanacak ilaçlar şöyle:

Sir Hunter, Romeo-Juliet, Zirool, Grinex ve EFR-X
Devamını Oku

'Nasıl olsa geçer' demeyin

Bel fıtığı ameliyatlarına karşı halkta "sakat kalma" veya "işlerin aksaması" korkusu bulunduğu, bu korkunun hastaların ameliyattan kaçmasına yol açtığı söylendi




Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi Beyin Cerrahi Uzmanı Dr. Gökhan Serbes, Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki bel fıtığı oranının batıya göre daha fazla olduğunu belirterek, bunun da erkeklerin ağır işlerde çalışmasından, kadınların doğurganlık oranının fazla olmasından kaynaklandığını ifade etti.

Bölge insanının herhangi bir ağrı durumunda "nasıl olsa geçer" mantığıyla
hareket ettiğini belirten Serbes, bu ve bunun gibi düşüncelerden dolayı bel ağrısı şikayetiyle gelen hastaların çoğunda ileri derecede bel fıtığına rastlandığını söyledi.

AMELİYATTAN KAÇMAYIN

Erken teşhis konulmayan ve ağrıları had safhada olan hastaların ameliyat edilmesi gerektiğini belirten Serbes, şöyle konuştu: "Bel fıtığı ameliyatlarına karşı halkımızda sakat kalma veya işlerin aksaması korkusu bulunmakta, bu da hastaların ameliyattan kaçmasına neden olmaktadır. Oysa ki ileri derecede bel fıtığı rahatsızlığı bulunan hastalar ameliyat olmadıkça hastalığın daha kötü sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Rahatsızlığı ameliyat gerektiren hastaların ameliyattan kaçmaması ve ağrılarından kurtulmak için vakit kaybetmeden ameliyat olması gerekiyor."

Rahatsızlığı ciddi boyutta olmayan hastaların bel fıtığından korunmak için doğru teknikler kullanması gerektiğini ifade eden Serbes, "Her gün 10 dakika egzersiz yaparak bel fıtığı riskini azaltabiliriz" dedi.

Serbes, beyin cerrahi servisinde tedavi gören hastaların yüzde 80’inde bel fıtığı rahatsızlığı bulunduğuna dikkati çekerek, bel fıtığının bölgede en fazla görülen hastalık türü olduğunu, hastanelerinde geçen yıl 750 bel fıtığı ameliyatı yapıldığını sözlerine ekledi.

AA
Bel fıtığı ameliyatlarına karşı halkta "sakat kalma" veya "işlerin aksaması" korkusu bulunduğu, bu korkunun hastaların ameliyattan kaçmasına yol açtığı söylendi




Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi Beyin Cerrahi Uzmanı Dr. Gökhan Serbes, Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki bel fıtığı oranının batıya göre daha fazla olduğunu belirterek, bunun da erkeklerin ağır işlerde çalışmasından, kadınların doğurganlık oranının fazla olmasından kaynaklandığını ifade etti.

Bölge insanının herhangi bir ağrı durumunda "nasıl olsa geçer" mantığıyla
hareket ettiğini belirten Serbes, bu ve bunun gibi düşüncelerden dolayı bel ağrısı şikayetiyle gelen hastaların çoğunda ileri derecede bel fıtığına rastlandığını söyledi.

AMELİYATTAN KAÇMAYIN

Erken teşhis konulmayan ve ağrıları had safhada olan hastaların ameliyat edilmesi gerektiğini belirten Serbes, şöyle konuştu: "Bel fıtığı ameliyatlarına karşı halkımızda sakat kalma veya işlerin aksaması korkusu bulunmakta, bu da hastaların ameliyattan kaçmasına neden olmaktadır. Oysa ki ileri derecede bel fıtığı rahatsızlığı bulunan hastalar ameliyat olmadıkça hastalığın daha kötü sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Rahatsızlığı ameliyat gerektiren hastaların ameliyattan kaçmaması ve ağrılarından kurtulmak için vakit kaybetmeden ameliyat olması gerekiyor."

Rahatsızlığı ciddi boyutta olmayan hastaların bel fıtığından korunmak için doğru teknikler kullanması gerektiğini ifade eden Serbes, "Her gün 10 dakika egzersiz yaparak bel fıtığı riskini azaltabiliriz" dedi.

Serbes, beyin cerrahi servisinde tedavi gören hastaların yüzde 80’inde bel fıtığı rahatsızlığı bulunduğuna dikkati çekerek, bel fıtığının bölgede en fazla görülen hastalık türü olduğunu, hastanelerinde geçen yıl 750 bel fıtığı ameliyatı yapıldığını sözlerine ekledi.

AA
Devamını Oku

Bebeğinizi organik gıdalarla büyütün

Anne babalara önemli uyarı...
Bebeklerin zihinsel ve bedensel gelişiminin en hızlı olduğu dönem, iki yaşına kadar geçirdikleri zamanlardır.

Bu süre içerisinde ona ne yedirdiğinize özen göstermezseniz ileride ciddi sağlık sorunları ortaya çıkabilir. Özellikle organik olmayan gıdalara çok dikkat edin.
Bebeğin büyüme ve gelişmesinde yaşamın ilk 2 yılı büyük öneme sahiptir. Bedensel ve zihinsel gelişim diğer dönemlere göre oldukça hızlıdır. Bebekler ilk 1 yılda doğum kilolarının 3 katına çıkarlar ve boyları % 50 uzar. Bu hızlı gelişim sürecinde sağlıklı ve dengeli beslenme, onları ileride görülebilecek kalp damar hastalıkları, diyabet ve bağışıklık sistemi hastalıkları ve en kötüsü de kimyasal maddelerin birikimine bağlı hastalıklardan korur. İlk 6 ayda tartışmasız en faydalı gıda anne sütüdür.
Kimyasal katkılı gıdalar, bebek gelişimini olumsuz etkiliyor
6 aydan sonra bebek beslenmesi hızla zenginleşmekte, anne sütünün yanı sıra meyve sebze, et, peynir, yoğurt gibi gıdalar verilmekte. Günümüzde sanayileşme ile beraber hızla artan nüfusa gıda yetiştirebilmek problem haline gelmiştir. Bunun sonucunda daha az sağlıklı gübreleme sistemleri ve katkı maddeleri ile her mevsim her meyveyi ve sebzeyi yer duruma geldik. Bu gıdalardaki katkı maddeleri ve hormonlar uzun süreli kullanımda vücutta birikerek sağlık problemi oluşturmaktadır. Vücuttan atılamadığı zaman kimyasal maddeler birikir ve ortalama 70 yıl yaşaması öngörülen bir bebek için ileriye yönelik ciddi sağlık sorunları doğabilir. Organik olmayan gıdaları kullanırken dikkatle ve uzun süreli yıkamak, kabuklarını soymak ve mevsimine uygun sebze ve meyve tüketmek gerekir.
Günümüzde organik olmayan tarımın çok hızlı artmasıyla bazı firmalar tarafından alternatif olarak organik sebze ve meyve üretimi başlamıştır. Organik gıdalar, kimyasal ilaç ve hormon gibi sağlığımız için zararlı olan maddeleri içermeyen, doğal şartlarda yetiştirilip doğal koruyucular ile hazırlanmış gıdalardır.
Kısıtlı tüketilmeleri dolayısı ile bu ürünler daha pahalı satılmaktadır. Ama bilinçli ailelerin hızla etraflarını bilgilendirmesi ve organik tüketimin artması, fiyatların düşmesi ve daha çok organik ürün kullanımına neden olacaktır. Çocukluk çağında elimizden geldiği kadar organik gıdaya eğilmek çocuklarımızın hem uzun hem de sağlıklı ömür sürmelerini sağlayacaktır.

Selase KOÇ (Uzm. Dr.)
Anne babalara önemli uyarı...
Bebeklerin zihinsel ve bedensel gelişiminin en hızlı olduğu dönem, iki yaşına kadar geçirdikleri zamanlardır.

Bu süre içerisinde ona ne yedirdiğinize özen göstermezseniz ileride ciddi sağlık sorunları ortaya çıkabilir. Özellikle organik olmayan gıdalara çok dikkat edin.
Bebeğin büyüme ve gelişmesinde yaşamın ilk 2 yılı büyük öneme sahiptir. Bedensel ve zihinsel gelişim diğer dönemlere göre oldukça hızlıdır. Bebekler ilk 1 yılda doğum kilolarının 3 katına çıkarlar ve boyları % 50 uzar. Bu hızlı gelişim sürecinde sağlıklı ve dengeli beslenme, onları ileride görülebilecek kalp damar hastalıkları, diyabet ve bağışıklık sistemi hastalıkları ve en kötüsü de kimyasal maddelerin birikimine bağlı hastalıklardan korur. İlk 6 ayda tartışmasız en faydalı gıda anne sütüdür.
Kimyasal katkılı gıdalar, bebek gelişimini olumsuz etkiliyor
6 aydan sonra bebek beslenmesi hızla zenginleşmekte, anne sütünün yanı sıra meyve sebze, et, peynir, yoğurt gibi gıdalar verilmekte. Günümüzde sanayileşme ile beraber hızla artan nüfusa gıda yetiştirebilmek problem haline gelmiştir. Bunun sonucunda daha az sağlıklı gübreleme sistemleri ve katkı maddeleri ile her mevsim her meyveyi ve sebzeyi yer duruma geldik. Bu gıdalardaki katkı maddeleri ve hormonlar uzun süreli kullanımda vücutta birikerek sağlık problemi oluşturmaktadır. Vücuttan atılamadığı zaman kimyasal maddeler birikir ve ortalama 70 yıl yaşaması öngörülen bir bebek için ileriye yönelik ciddi sağlık sorunları doğabilir. Organik olmayan gıdaları kullanırken dikkatle ve uzun süreli yıkamak, kabuklarını soymak ve mevsimine uygun sebze ve meyve tüketmek gerekir.
Günümüzde organik olmayan tarımın çok hızlı artmasıyla bazı firmalar tarafından alternatif olarak organik sebze ve meyve üretimi başlamıştır. Organik gıdalar, kimyasal ilaç ve hormon gibi sağlığımız için zararlı olan maddeleri içermeyen, doğal şartlarda yetiştirilip doğal koruyucular ile hazırlanmış gıdalardır.
Kısıtlı tüketilmeleri dolayısı ile bu ürünler daha pahalı satılmaktadır. Ama bilinçli ailelerin hızla etraflarını bilgilendirmesi ve organik tüketimin artması, fiyatların düşmesi ve daha çok organik ürün kullanımına neden olacaktır. Çocukluk çağında elimizden geldiği kadar organik gıdaya eğilmek çocuklarımızın hem uzun hem de sağlıklı ömür sürmelerini sağlayacaktır.

Selase KOÇ (Uzm. Dr.)
Devamını Oku

16 Şubat 2010 Salı

Onkoloji Nedir?

Onkoloji kanserin oluşumu, nedenleri, kalıtımla ilişkisi, tanısı, tedavisi, kanserle ilgili istatisikler ve kanserden korunmayla ilgilenen tıp dalıdır. Kanser bir tümör türüdür, kötü huylu (kötücül, habis, malin) tümörleri ifade eder.
Onkoloji Türkçede 'kanserbilim' olarak ifade edilebilir.
Tıbbi Onkoloji (Medikal Onkoloji), kanserli hastaların bu açıdan takip ve tedavisini yapar. Cerrahi ve radyoterapiden sonra da bu hastaların bakımlarını üstlenir. Bu bilim dalının uzmanlarına onkolog denir.
Onkoloji kanserin oluşumu, nedenleri, kalıtımla ilişkisi, tanısı, tedavisi, kanserle ilgili istatisikler ve kanserden korunmayla ilgilenen tıp dalıdır. Kanser bir tümör türüdür, kötü huylu (kötücül, habis, malin) tümörleri ifade eder.
Onkoloji Türkçede 'kanserbilim' olarak ifade edilebilir.
Tıbbi Onkoloji (Medikal Onkoloji), kanserli hastaların bu açıdan takip ve tedavisini yapar. Cerrahi ve radyoterapiden sonra da bu hastaların bakımlarını üstlenir. Bu bilim dalının uzmanlarına onkolog denir.
Devamını Oku

Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Nedir ? Kırım Kongo Kanamalı Ateşinden Nasıl Kurtulunur ?

Kırım-Kongo kanamalı ateşinde(KKKA) etken nedir?
Bunyaviridae ailesine bağlı Nairovirus soyundan virüslerin meydana getirdiği, Bu grup virüsler, 100 nm (nanometre) büyüklüğünde, Ribonükleik asit (RNA) içeren, heliksel kapsidli ve zarflı virüslerdir.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi nedir?

Kırım-Kongo kanamalı ateşi (KKKA), Nairovirüslerin neden olduğu ateş, cilt içi ve diğer alanlarda kanama gibi bulgular ile seyreden kene kaynaklı bir enfeksiyondur. Son yıllarda tedavide görülen gelişmelere rağmen, bu enfeksiyonlarda ölüm oranları hala yüksektir.
İnsanlarda klinik ve subklinik olarak seyreden, kenelerin vektörlük yaptığı ve insanlarda sendromlar halinde görülen önemli bir enfeksiyondur. İnsanlarda başlıca ensefalitler, kısa süren ateşli hastalıklar, kanamalı ateşler, poliartrit ile ön plana çıkan sendromlar şeklinde görülür.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi virusunun kimyasal ve fiziksel etkenlere karşı duyarlılığı nedir?

Nairoviruslar dayanıksızdır, konakçı dışında yaşayamazlar. Bu viruslar 56ºC’de 30 dakikada inaktive olur, kanda 40 ºC’de 10 gün yaşayabilir, %1 hipoklorit ve %2 gluteraldehite duyarlıdır ve ultravviyole ışınları ile hızla inaktive olur. Ribavirine invitro duyarlıdırlar.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi hastalığı ilk nerede tanımlanmıştır?

Kırım-Kongo kanamalı ateşi (KKKA) ilk kez 1944 ve 1945 yılı yaz aylarında Batı Kırım steplerinde çoğunlukla ürün toplamaya yardım eden Sovyet askerleri arasında görülmüştür. Hastalığa Kırım hemorajik ateşi adı verilmiştir. 1956 yılında Zaire’ de ateşli bir hastadan Kongo virüsü tespit edilmiştir. 1969 ise Kongo virüsu ile Kırım hemorajik ateşi virüslerinin aynı virüs olduğu belirlenmiş ve Kırım-Kongo kanamalı ateşi olarak hastalık yeniden adlandırılmıştır.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi bugüne kadar hangi ülkelerde tanımlanmıştır?

Hastalık sıklıkla Afrika, batı Asya ile Ortadoğu ve doğu Avrupa'da görülmektedir. Kırım-Kongo hemorajik ateş virüsünün Bulgaristan, Makedonyada, Pakistan, Irak, Afganistan, İran, Kosova, Kazakistan, Sahra altı Afrika ülkeleri, eski Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Yunanistan, Arap yarımadası, Dubai, Kuveyt, Çin ve Moritanya’da salgınlar yaptığı bildirilmiştir.
Bu sendromlardan kanamalı ateşler grubunda yer alan Kırım-Kongo kanamalı ateşi (KKKA), 2002 yılında bahar ve yaz aylarında bazı illerimizde görülmüş ve Sağlık Bakanlığının yapmış olduğu çalışmalar neticesinde hastalığın KKKA olduğu doğrulanmıştır.

Bulaşmada aracı olan bir etken var mıdır?

KKKA hayvanlardan insanlara keneler ile bulaşan bir enfeksiyondur. Güney Doğu Avrupa ve Güney Afrika arasında göç eden göçmen kuşlar üzerinde bulunabildiği gösterilmiştir. Bu kuşların virüsün iki kıta arasında taşınmasına yol açabildiği düşünülmektedir. Hyalomma soyuna ait keneler Ülkemizin de içinde bulunduğu çok geniş bir coğrafik alanda yaşamaktadırlar.
Virüs, sığır ve koyun gibi Hyalomma keneleri için konak olan hayvanlarda belirtisiz enfeksiyon ve bir hafta kadar süren geçici viremi (kanda virüsün bulunması) oluşturmasına rağmen, insanlarda hastalığa neden olmaktadır. Küçük memeli hayvanlarda da viremi ve hafif enfeksiyon oluşup keneler için kaynak oluşturabilmektedir. Bir bölgede, kenelerin ve keneler kan emdiğinde bulaşmayı sağlayacak kanında virüs bulunan hayvanların bol olması salgın için önemli bir faktördür.
Hyalomma soyuna ait keneler en etkin ve yaygın olmakla birlikte, 30 kene türünün KKKA virusunu bulaştırabileceği bildirilmektedir. KKKA virüsunun bazı vektör kene türleri arasında, transovaryal ve venereal olarak bulaştığı belirlenmiştir. Bu da virusun doğada dolaşımla korunmasına katkıda bulunabilecek bir mekanizmadır. Henüz ergin olmamış Hyalomma soyuna ait keneler, küçük omurgalılardan kan emerken virüsleri alır, gelişme evrelerinde de muhafaza eder.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi virusu insanlara nasıl bulaşmaktadır?

İnsanlar virüsü; Enfekte kenelerin yapışması/kan emmesi sırasında salgıladıkları tükürük salgısı ile, Enfekte kenelerin çıplak elle ezilmesi sırasında temasla, Viremik hayvanların kan ve dokuları ile temasla, Viremik hastalarla (kan ve diğer vücut sıvıları)temas ile olmaktadır.

KKKA virusunun bulaşmasına etken olan kene nedir? yer yüzünde kaç türü bilinmektedir?

Ülkemizde halk arasında kene, sakırga, yavsı, kerni gibi isimlerle bilinmektedir. Keneler zorunlu kan emici artropodlar olup dünyanın her bölgesinde yaşamaktadırlar. Keneler morfolojik olarak diğer artropodlardan farklı olup, vücutları tek bir parçadan oluşmuştur. Vücudun ön tarafında ağız organelleri yer almaktadır. Günümüzde yeryüzünde yaklaşık 850 kene türü bilinmektedir.





Kene yaşam döngüsü nasıldır?
KKKA sebep olan Hyalloma türü keneler çoğunlukla iki konakta gelişim ve yaşam döngülerini tamamlar. Larva ve nimfler küçük omurgalılarda (tavşan, kuş, fare. vb) erginler ise büyük omurgalı hayvanlarda (koyun, keçi, sığır, at, yabani gevişenler, insan, vb) konaklarlar.





Keneler KKKA hastalığı dışında hayvanlarda ve insanlarda hastalık bulaştırmada biyolojik rol almakta mıdır?
Evet rol almaktadır. Bilinen hastalıklar;
– Rikettsia (Ehrlichia, Coxiella, Anaplasma)
– Virus (Flaviviridae, Bunyaviridae, Reoviridae, Rhabdoiridae)
– Bakteri (Borrelia, Frncisella, Klebbsiella, Dermatophilus, Staphylococcus)
– Protozoon (Theileria, Babesia, Hepatozoon)

Kırım-Kongo kanamalı ateşi hangi hayvanlarda görülür ve hastalık belirtileri nelerdir?

Virüs, sığır, koyun, keçi, tavşan ve tilki gibi hayvanlardan tespit edilmiştir. KKKA virusu kenelerin konakladığı hayvanlara bulaşmasına rağmen hayvanlarda; bazen hafif ateş çıkabilir, bunun dışında hastalık belirtisi görülmemektedir. Buna karşılık hayvanlar hastalığın yayılmasında aracı rol (portör) oynamaktadır.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi salgınlarını etkileyen doğa şartları nelerdir?

Doğu Avrupa ve Asya’daki Kırım-Kongo hemorajik ateş salgınlarının genellikle insanlar tarafından oluşturan çevresel şartlara bağlı olarak geliştiği düşünülmektedir. Kırım’daki ilk salgının, İkinci Dünya Savaşı yıllarında kene ile enfekte olmuş bölgelerin tarıma açılması nedeniyle oluştuğu sanılmaktadır. Daha sonra eski Sovyetler Birliği ve Bulgaristan’ da olan salgınlarda ise ziraatçılık ve hayvancılıktaki değişmelerin rol oynadığı belirtilmektedir.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi hangi mevsimde görülmektedir?

Hastalık mevsimsel özellik göstermektedir. Genel olarak mayıs ve ekim ayları arasında görülmesine rağmen, değişik aylarda da görülebilir.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi için kimler risk altındadır?

Hastalık için çiftlik çalışanları, çobanlar, kasaplar, mezbaha çalışanları, hayvancılık ile uğraşanlar, veteriner hekimler, Veteriner sağlık teknisyenleri, akut hastalarla temas olasılığı bulunan salgın bölgelerde görev yapan sağlık personeli, askerler, kamp yapanlar risk altındadır.

Kene ısırığında ne yapılmalıdır?

Yapışan keneler ise kesinlikle öldürülmeden, ezilmeden/patlatılmadan ve kenenin ağız kısmı koparılmadan, bir pensle doğrudan düz olarak, döndürmeden yavaşça çekilip alınmalıdır. Isırılan yere; bol sabunlu suyla yıkanıp temizlendikten sonra iyotlu antiseptik(tendürdiyot) sürülmelidir. (şayet sabunlu su bulunmaz ise alkol içeren mendiller kullanılabilinir).


Çıplak elle keneye temas edilmemeli eğer elle tutulacaksa eldiven giyilmeli veya naylon bir poşet yardımı ile keneler toplanmalıdır.
Vücuttaki kenelerin üzerine herhangi bir kimyasal madde (alkol, klonya, gazyağı v.b) dökülmemeli, sigara veya ateş kullanarak keneler uzaklaştırılmamalıdır. Çünkü bu maddeler kenenin kusmasına sebebiyet vereceğinden hastalık bulaştırma riskini artırmaktadır.


Isırılan kişi iki hafta süreyle ateş,yoğun halsizlik, baş ağrısı, bulantı, kusma gibi belirtiler yönünden takip edilmesi gerekmektedir. (ateşin 38,3 °C veya üzerinde olması halinde acilen tam teşekkülü hastaneye başvurulmalıdır)


Cilde yapışmış bir keneye ait resim.
Kan emdikçe zamanla gövdesi kanla dolan kenenin tutunduğu bölge kızarır ve kaşınır




Kırım-Kongo kanamalı ateşi virüs bulaştıktan ne kadar süre sonra ortaya çıkar?
Kuluçka süresi; virüsün alınma şekline bağlıdır. Kuluçka süresi kene ısırmasından sonra 2-14 gün arasında değişmekle birlikte genellikle 1-3 gündür. Virüsü içeren kan ve diğer doku ya da atıklar ile temastan sonra genel olarak bu süre 5-6 gündür ve 14 güne kadar uzayabilmektedir.

Kırım-Kongo kanamalı ateşine yakalanmış insanlarda hastalık belirtiler nelerdir?

İnsanlarda; hastalık ateş, üşüme-titreme yaygın kas ağrıları, bulantı-kusma, ishal, yüzde kızarıklık, karaciğerde büyüme ve kanama ile kendini gösterir. Ateş, kırıklık, kas ağrısı, iştahsızlık, baş ağrısı, aşırı duyarlılık, sırt ağrısı, kol ve bacaklarda ağrı, mide bölgesinde ağrı, bel bölgesinde ağrı gibi belirtiler ile ani olarak başlamaktadır. Bazen bu bulgulara kusma, karın ağrısı ve ishal ilave olabilmektedir. Gövde ve kol ve bacaklarda cilt içi kanama görülebilir. Burun kanaması ve değişik alanlarda kanama bulguları bulunabilir. (Detaylı bilgi için Sağlık Bakanlığı)

Kırım-Kongo kanamalı ateşi nasıl kontrol edilir ve nasıl korunulur?

Tüm enfeksiyon hastalıklarında olduğu gibi KKKA’da da korunma ve kontrol önlemlerinin alınması çok önemli ve gereklidir.
a- Hasta ve hastanın sekresyonları ile temas sırasında mutlaka koruyucu önlemler (eldiven, önlük, gözlük, maske vb.) alınmalıdır. Genellikle hava yolu ile bulaşmadan bahsedilmemektedir. Ancak, kan ve vücut sıvıları ile temastan kaçınılmalıdır. Bu şekilde bir temasın söz konusu olması halinde, temaslının iki hafta süreyle ateş ve diğer belirtiler yönünden takip edilmesi gerekmektedir. (ateşin 38,3 °C veya üzerinde olması halinde acilen tam teşekkülü hastaneye başvurulmalıdır. Hasta olan kişilerin kullandığı malzemeler ve tuvaletler çamaşır suyu ile dezenfekte edilmelidir
b- Hayvan kanı, dokusu veya hayvana ait diğer vücut sıvıları ile temas sırasında da gerekli korunma önlemleri alınmalıdır.
c-Kene mücadelesi çok önemli olmakla birlikte oldukça zor görülmektedir. Keneler yumurta dönemleri hariç diğer biyolojik evrelerinde insanlara hücum ederek kan emebilir. Hem mera keneleri hem de mesken keneleri gelişmelerini sürdürebilmek ve nesillerini devam ettirebilmek için konakçılarından kan emmek zorundadırlar; genel olarak da konakçı spesifitesi göstermezler. Bu nedenle öncelikle konakçılar kenelerden uzak tutulmalı ve kenelerin kan emmeleri engellenmelidir.
d-Mümkün olduğu kadar kenelerin bulunduğu alanlardan kaçınılması gerekmektedir. Hayvan barınakları veya kenelerin yaşayabileceği alanlarda bulunulması durumunda, vücut belirli aralıklarla kene yönünden muayene edilmeli; vücuda yapışmamış olanlar dikkatlice toplanıp öldürülmeli, yapışan keneler ise kesinlikle ezilmeden ve kenenin ağız kısmı koparılmadan bir pensle doğrudan alınmalıdır. (Isırılan yer; bol sabunlu suyla yıkanıp temizlendikten sonra, iyotlu antiseptik sürülmelidir.)
e- Diğer önemli hususlardan birisi de piknik amaçlı olarak su kenarları ve otlak şeklindeki yerlerde bulunanlar döndüklerinde, mutlaka üzerlerini kene bakımından kontrol etmeli ve kene varsa usulüne uygun olarak vücuttan uzaklaştırmalıdır. Çalı, çırpı ve gür ot bulunan yerlerden uzak durulmalı, bu gibi yerlere çıplak ayakla veya kısa giysilerle girilmemelidir.
f- Özelikle kırsal alanlarda dolaşılırken açık renkli vücudu örten elbise ve çizme giyilmeli veya ayakkabı giyilecekse pantolon paçaları çorap içine alınmalıdır.
g-Hayvan barınakları kenelerin yaşamasına imkan vermeyecek şekilde yapılmalı, çatlaklar ve yarıklar tamir edilerek badana yapılmalıdır.
h- Hayvan sahipleri ; hayvanların sağım ve kesim zamanını dikkate alarak; hayvanlarını ve hayvan barınaklarını kene ve diğer dış parazitlere karşı uygun ektoparaziter ilaçlarla yılda iki kez ilaçlamalıdır.
i- Gerek insanları gerekse hayvanları kene enfestasyonlarından korumak için repellent olarak bilinen böcek kaçıranlar dikkatli bir şekilde kullanılabilir. (Repellentler; sıvı, losyon, krem, katı yağ veya aerosol şeklinde hazırlanan maddeler olup, cilde sürülerek veya elbiselere emdirilerek uygulanabilmektedir. Aynı maddeler hayvanların baş veya bacaklarına da uygulanabilir; ayrıca, bu maddelerin emdirildiği plastik şeritler, hayvanların kulaklarına veya boynuzlarına takılabilir.)
j- Kenelerin çevrede çok olması halinde; mera, çayır, çalı, çırpı ve gür otların bulunduğu yerler gibi kenelerin yaşamasına müsait alanlarda, diğer canlılara ve çevreye zarar vermeden, çok dikkatlice akarisid uygulamalarına başvurulabilir. Genel olarak geniş çevre ilaçlamaları faydalı görülmemektedir.
k-Açık alanlarda yapılabilecek kene mücadelesi amacıyla, her bir hektara aktif madde olarak carbaryl ve propoxur hektara 2 kg, deltamethrin ve lambda-cyhalothrin 0,003-0,3 kg, permethrin 0,03-0,3 kg, pirimiphos-methyl ise 0,1-1 kg olarak uygulanabilmektedir
Bakanlığımız il ve ilçe Müdürlüklerince ilkbahar ve sonbahar döneminde olmak üzere yılda en az iki kez ağıllar ve ahırlarda, hayvan gübrelerinin döküldüğü alanlar, çeşme başları ve hayvan durakları ile parazitlerin bulunabileceği muhtemel alanlarda pülverizatör ile ilaçlama yapılmasının yetiştiricilere iyi bir şekilde anlatılması gerekmektedir. Aynı dönemde büyük ve küçükbaş hayvanların ektoparaziter ilaçlanmanın yapılması, Kene Mücadelesinde; hayvan yetiştiricileri, Sağlık Bakanlığı, yerel yönetimleri desteğinin sağlanması sorunun çözümünde zorunluluk arz etmektedir.
Günümüze kadar kullanılan hiç bir mücadele yöntemi (bir kaç sınırlı alan hariç), tam bir kene eradikasyonu sağlayamamıştır. İnsan ve hayvanlardan kan emen kenelerin sayısını düşük maliyetlerle kabul edilebilir sınırlara indirilmesi hedeflenmelidir.
Akarisid ile kene kontrolünün başlıca 7 zorluğu vardır
1. Kenelerin yoğun biçimde tarım ve orman alanları içinde yayılmış olması, çevreye zarar verecek düzeyde akarisid kullanımını gerektirmektedir.
2. Akarisidlerin kenelerin konakları üzerinde tutundukları bölgelere ulaşabilmesi ancak konağın tüm vücudunun yıkanmasını gerektirmektedir
3. Konak üzerinde bulunmadıkları süre içinde keneler akarisid ilaçların ulaşamayacağı yerlerde saklanmaktadır.
4. Kenelerin yüksek orandaki üreme yeteneği (3000-7000 yumurta) ilaçlamaların düzenli bir sıklıkta yapılmasını gerektirmektedir.
5. Kenelerin uygun olmayan çevre koşullarında çok uzun süreler boyunca canlı kalabilmeleri.
6. Kenelerin konak seçiminde çok alternatifinin olması
7. Akarisid direncinin oluşması
İlk Yayınlama :12.05.2004 Son Günceleme : 21.07.2006
Kırım-Kongo kanamalı ateşinde(KKKA) etken nedir?
Bunyaviridae ailesine bağlı Nairovirus soyundan virüslerin meydana getirdiği, Bu grup virüsler, 100 nm (nanometre) büyüklüğünde, Ribonükleik asit (RNA) içeren, heliksel kapsidli ve zarflı virüslerdir.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi nedir?

Kırım-Kongo kanamalı ateşi (KKKA), Nairovirüslerin neden olduğu ateş, cilt içi ve diğer alanlarda kanama gibi bulgular ile seyreden kene kaynaklı bir enfeksiyondur. Son yıllarda tedavide görülen gelişmelere rağmen, bu enfeksiyonlarda ölüm oranları hala yüksektir.
İnsanlarda klinik ve subklinik olarak seyreden, kenelerin vektörlük yaptığı ve insanlarda sendromlar halinde görülen önemli bir enfeksiyondur. İnsanlarda başlıca ensefalitler, kısa süren ateşli hastalıklar, kanamalı ateşler, poliartrit ile ön plana çıkan sendromlar şeklinde görülür.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi virusunun kimyasal ve fiziksel etkenlere karşı duyarlılığı nedir?

Nairoviruslar dayanıksızdır, konakçı dışında yaşayamazlar. Bu viruslar 56ºC’de 30 dakikada inaktive olur, kanda 40 ºC’de 10 gün yaşayabilir, %1 hipoklorit ve %2 gluteraldehite duyarlıdır ve ultravviyole ışınları ile hızla inaktive olur. Ribavirine invitro duyarlıdırlar.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi hastalığı ilk nerede tanımlanmıştır?

Kırım-Kongo kanamalı ateşi (KKKA) ilk kez 1944 ve 1945 yılı yaz aylarında Batı Kırım steplerinde çoğunlukla ürün toplamaya yardım eden Sovyet askerleri arasında görülmüştür. Hastalığa Kırım hemorajik ateşi adı verilmiştir. 1956 yılında Zaire’ de ateşli bir hastadan Kongo virüsü tespit edilmiştir. 1969 ise Kongo virüsu ile Kırım hemorajik ateşi virüslerinin aynı virüs olduğu belirlenmiş ve Kırım-Kongo kanamalı ateşi olarak hastalık yeniden adlandırılmıştır.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi bugüne kadar hangi ülkelerde tanımlanmıştır?

Hastalık sıklıkla Afrika, batı Asya ile Ortadoğu ve doğu Avrupa'da görülmektedir. Kırım-Kongo hemorajik ateş virüsünün Bulgaristan, Makedonyada, Pakistan, Irak, Afganistan, İran, Kosova, Kazakistan, Sahra altı Afrika ülkeleri, eski Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Yunanistan, Arap yarımadası, Dubai, Kuveyt, Çin ve Moritanya’da salgınlar yaptığı bildirilmiştir.
Bu sendromlardan kanamalı ateşler grubunda yer alan Kırım-Kongo kanamalı ateşi (KKKA), 2002 yılında bahar ve yaz aylarında bazı illerimizde görülmüş ve Sağlık Bakanlığının yapmış olduğu çalışmalar neticesinde hastalığın KKKA olduğu doğrulanmıştır.

Bulaşmada aracı olan bir etken var mıdır?

KKKA hayvanlardan insanlara keneler ile bulaşan bir enfeksiyondur. Güney Doğu Avrupa ve Güney Afrika arasında göç eden göçmen kuşlar üzerinde bulunabildiği gösterilmiştir. Bu kuşların virüsün iki kıta arasında taşınmasına yol açabildiği düşünülmektedir. Hyalomma soyuna ait keneler Ülkemizin de içinde bulunduğu çok geniş bir coğrafik alanda yaşamaktadırlar.
Virüs, sığır ve koyun gibi Hyalomma keneleri için konak olan hayvanlarda belirtisiz enfeksiyon ve bir hafta kadar süren geçici viremi (kanda virüsün bulunması) oluşturmasına rağmen, insanlarda hastalığa neden olmaktadır. Küçük memeli hayvanlarda da viremi ve hafif enfeksiyon oluşup keneler için kaynak oluşturabilmektedir. Bir bölgede, kenelerin ve keneler kan emdiğinde bulaşmayı sağlayacak kanında virüs bulunan hayvanların bol olması salgın için önemli bir faktördür.
Hyalomma soyuna ait keneler en etkin ve yaygın olmakla birlikte, 30 kene türünün KKKA virusunu bulaştırabileceği bildirilmektedir. KKKA virüsunun bazı vektör kene türleri arasında, transovaryal ve venereal olarak bulaştığı belirlenmiştir. Bu da virusun doğada dolaşımla korunmasına katkıda bulunabilecek bir mekanizmadır. Henüz ergin olmamış Hyalomma soyuna ait keneler, küçük omurgalılardan kan emerken virüsleri alır, gelişme evrelerinde de muhafaza eder.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi virusu insanlara nasıl bulaşmaktadır?

İnsanlar virüsü; Enfekte kenelerin yapışması/kan emmesi sırasında salgıladıkları tükürük salgısı ile, Enfekte kenelerin çıplak elle ezilmesi sırasında temasla, Viremik hayvanların kan ve dokuları ile temasla, Viremik hastalarla (kan ve diğer vücut sıvıları)temas ile olmaktadır.

KKKA virusunun bulaşmasına etken olan kene nedir? yer yüzünde kaç türü bilinmektedir?

Ülkemizde halk arasında kene, sakırga, yavsı, kerni gibi isimlerle bilinmektedir. Keneler zorunlu kan emici artropodlar olup dünyanın her bölgesinde yaşamaktadırlar. Keneler morfolojik olarak diğer artropodlardan farklı olup, vücutları tek bir parçadan oluşmuştur. Vücudun ön tarafında ağız organelleri yer almaktadır. Günümüzde yeryüzünde yaklaşık 850 kene türü bilinmektedir.





Kene yaşam döngüsü nasıldır?
KKKA sebep olan Hyalloma türü keneler çoğunlukla iki konakta gelişim ve yaşam döngülerini tamamlar. Larva ve nimfler küçük omurgalılarda (tavşan, kuş, fare. vb) erginler ise büyük omurgalı hayvanlarda (koyun, keçi, sığır, at, yabani gevişenler, insan, vb) konaklarlar.





Keneler KKKA hastalığı dışında hayvanlarda ve insanlarda hastalık bulaştırmada biyolojik rol almakta mıdır?
Evet rol almaktadır. Bilinen hastalıklar;
– Rikettsia (Ehrlichia, Coxiella, Anaplasma)
– Virus (Flaviviridae, Bunyaviridae, Reoviridae, Rhabdoiridae)
– Bakteri (Borrelia, Frncisella, Klebbsiella, Dermatophilus, Staphylococcus)
– Protozoon (Theileria, Babesia, Hepatozoon)

Kırım-Kongo kanamalı ateşi hangi hayvanlarda görülür ve hastalık belirtileri nelerdir?

Virüs, sığır, koyun, keçi, tavşan ve tilki gibi hayvanlardan tespit edilmiştir. KKKA virusu kenelerin konakladığı hayvanlara bulaşmasına rağmen hayvanlarda; bazen hafif ateş çıkabilir, bunun dışında hastalık belirtisi görülmemektedir. Buna karşılık hayvanlar hastalığın yayılmasında aracı rol (portör) oynamaktadır.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi salgınlarını etkileyen doğa şartları nelerdir?

Doğu Avrupa ve Asya’daki Kırım-Kongo hemorajik ateş salgınlarının genellikle insanlar tarafından oluşturan çevresel şartlara bağlı olarak geliştiği düşünülmektedir. Kırım’daki ilk salgının, İkinci Dünya Savaşı yıllarında kene ile enfekte olmuş bölgelerin tarıma açılması nedeniyle oluştuğu sanılmaktadır. Daha sonra eski Sovyetler Birliği ve Bulgaristan’ da olan salgınlarda ise ziraatçılık ve hayvancılıktaki değişmelerin rol oynadığı belirtilmektedir.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi hangi mevsimde görülmektedir?

Hastalık mevsimsel özellik göstermektedir. Genel olarak mayıs ve ekim ayları arasında görülmesine rağmen, değişik aylarda da görülebilir.

Kırım-Kongo kanamalı ateşi için kimler risk altındadır?

Hastalık için çiftlik çalışanları, çobanlar, kasaplar, mezbaha çalışanları, hayvancılık ile uğraşanlar, veteriner hekimler, Veteriner sağlık teknisyenleri, akut hastalarla temas olasılığı bulunan salgın bölgelerde görev yapan sağlık personeli, askerler, kamp yapanlar risk altındadır.

Kene ısırığında ne yapılmalıdır?

Yapışan keneler ise kesinlikle öldürülmeden, ezilmeden/patlatılmadan ve kenenin ağız kısmı koparılmadan, bir pensle doğrudan düz olarak, döndürmeden yavaşça çekilip alınmalıdır. Isırılan yere; bol sabunlu suyla yıkanıp temizlendikten sonra iyotlu antiseptik(tendürdiyot) sürülmelidir. (şayet sabunlu su bulunmaz ise alkol içeren mendiller kullanılabilinir).


Çıplak elle keneye temas edilmemeli eğer elle tutulacaksa eldiven giyilmeli veya naylon bir poşet yardımı ile keneler toplanmalıdır.
Vücuttaki kenelerin üzerine herhangi bir kimyasal madde (alkol, klonya, gazyağı v.b) dökülmemeli, sigara veya ateş kullanarak keneler uzaklaştırılmamalıdır. Çünkü bu maddeler kenenin kusmasına sebebiyet vereceğinden hastalık bulaştırma riskini artırmaktadır.


Isırılan kişi iki hafta süreyle ateş,yoğun halsizlik, baş ağrısı, bulantı, kusma gibi belirtiler yönünden takip edilmesi gerekmektedir. (ateşin 38,3 °C veya üzerinde olması halinde acilen tam teşekkülü hastaneye başvurulmalıdır)


Cilde yapışmış bir keneye ait resim.
Kan emdikçe zamanla gövdesi kanla dolan kenenin tutunduğu bölge kızarır ve kaşınır




Kırım-Kongo kanamalı ateşi virüs bulaştıktan ne kadar süre sonra ortaya çıkar?
Kuluçka süresi; virüsün alınma şekline bağlıdır. Kuluçka süresi kene ısırmasından sonra 2-14 gün arasında değişmekle birlikte genellikle 1-3 gündür. Virüsü içeren kan ve diğer doku ya da atıklar ile temastan sonra genel olarak bu süre 5-6 gündür ve 14 güne kadar uzayabilmektedir.

Kırım-Kongo kanamalı ateşine yakalanmış insanlarda hastalık belirtiler nelerdir?

İnsanlarda; hastalık ateş, üşüme-titreme yaygın kas ağrıları, bulantı-kusma, ishal, yüzde kızarıklık, karaciğerde büyüme ve kanama ile kendini gösterir. Ateş, kırıklık, kas ağrısı, iştahsızlık, baş ağrısı, aşırı duyarlılık, sırt ağrısı, kol ve bacaklarda ağrı, mide bölgesinde ağrı, bel bölgesinde ağrı gibi belirtiler ile ani olarak başlamaktadır. Bazen bu bulgulara kusma, karın ağrısı ve ishal ilave olabilmektedir. Gövde ve kol ve bacaklarda cilt içi kanama görülebilir. Burun kanaması ve değişik alanlarda kanama bulguları bulunabilir. (Detaylı bilgi için Sağlık Bakanlığı)

Kırım-Kongo kanamalı ateşi nasıl kontrol edilir ve nasıl korunulur?

Tüm enfeksiyon hastalıklarında olduğu gibi KKKA’da da korunma ve kontrol önlemlerinin alınması çok önemli ve gereklidir.
a- Hasta ve hastanın sekresyonları ile temas sırasında mutlaka koruyucu önlemler (eldiven, önlük, gözlük, maske vb.) alınmalıdır. Genellikle hava yolu ile bulaşmadan bahsedilmemektedir. Ancak, kan ve vücut sıvıları ile temastan kaçınılmalıdır. Bu şekilde bir temasın söz konusu olması halinde, temaslının iki hafta süreyle ateş ve diğer belirtiler yönünden takip edilmesi gerekmektedir. (ateşin 38,3 °C veya üzerinde olması halinde acilen tam teşekkülü hastaneye başvurulmalıdır. Hasta olan kişilerin kullandığı malzemeler ve tuvaletler çamaşır suyu ile dezenfekte edilmelidir
b- Hayvan kanı, dokusu veya hayvana ait diğer vücut sıvıları ile temas sırasında da gerekli korunma önlemleri alınmalıdır.
c-Kene mücadelesi çok önemli olmakla birlikte oldukça zor görülmektedir. Keneler yumurta dönemleri hariç diğer biyolojik evrelerinde insanlara hücum ederek kan emebilir. Hem mera keneleri hem de mesken keneleri gelişmelerini sürdürebilmek ve nesillerini devam ettirebilmek için konakçılarından kan emmek zorundadırlar; genel olarak da konakçı spesifitesi göstermezler. Bu nedenle öncelikle konakçılar kenelerden uzak tutulmalı ve kenelerin kan emmeleri engellenmelidir.
d-Mümkün olduğu kadar kenelerin bulunduğu alanlardan kaçınılması gerekmektedir. Hayvan barınakları veya kenelerin yaşayabileceği alanlarda bulunulması durumunda, vücut belirli aralıklarla kene yönünden muayene edilmeli; vücuda yapışmamış olanlar dikkatlice toplanıp öldürülmeli, yapışan keneler ise kesinlikle ezilmeden ve kenenin ağız kısmı koparılmadan bir pensle doğrudan alınmalıdır. (Isırılan yer; bol sabunlu suyla yıkanıp temizlendikten sonra, iyotlu antiseptik sürülmelidir.)
e- Diğer önemli hususlardan birisi de piknik amaçlı olarak su kenarları ve otlak şeklindeki yerlerde bulunanlar döndüklerinde, mutlaka üzerlerini kene bakımından kontrol etmeli ve kene varsa usulüne uygun olarak vücuttan uzaklaştırmalıdır. Çalı, çırpı ve gür ot bulunan yerlerden uzak durulmalı, bu gibi yerlere çıplak ayakla veya kısa giysilerle girilmemelidir.
f- Özelikle kırsal alanlarda dolaşılırken açık renkli vücudu örten elbise ve çizme giyilmeli veya ayakkabı giyilecekse pantolon paçaları çorap içine alınmalıdır.
g-Hayvan barınakları kenelerin yaşamasına imkan vermeyecek şekilde yapılmalı, çatlaklar ve yarıklar tamir edilerek badana yapılmalıdır.
h- Hayvan sahipleri ; hayvanların sağım ve kesim zamanını dikkate alarak; hayvanlarını ve hayvan barınaklarını kene ve diğer dış parazitlere karşı uygun ektoparaziter ilaçlarla yılda iki kez ilaçlamalıdır.
i- Gerek insanları gerekse hayvanları kene enfestasyonlarından korumak için repellent olarak bilinen böcek kaçıranlar dikkatli bir şekilde kullanılabilir. (Repellentler; sıvı, losyon, krem, katı yağ veya aerosol şeklinde hazırlanan maddeler olup, cilde sürülerek veya elbiselere emdirilerek uygulanabilmektedir. Aynı maddeler hayvanların baş veya bacaklarına da uygulanabilir; ayrıca, bu maddelerin emdirildiği plastik şeritler, hayvanların kulaklarına veya boynuzlarına takılabilir.)
j- Kenelerin çevrede çok olması halinde; mera, çayır, çalı, çırpı ve gür otların bulunduğu yerler gibi kenelerin yaşamasına müsait alanlarda, diğer canlılara ve çevreye zarar vermeden, çok dikkatlice akarisid uygulamalarına başvurulabilir. Genel olarak geniş çevre ilaçlamaları faydalı görülmemektedir.
k-Açık alanlarda yapılabilecek kene mücadelesi amacıyla, her bir hektara aktif madde olarak carbaryl ve propoxur hektara 2 kg, deltamethrin ve lambda-cyhalothrin 0,003-0,3 kg, permethrin 0,03-0,3 kg, pirimiphos-methyl ise 0,1-1 kg olarak uygulanabilmektedir
Bakanlığımız il ve ilçe Müdürlüklerince ilkbahar ve sonbahar döneminde olmak üzere yılda en az iki kez ağıllar ve ahırlarda, hayvan gübrelerinin döküldüğü alanlar, çeşme başları ve hayvan durakları ile parazitlerin bulunabileceği muhtemel alanlarda pülverizatör ile ilaçlama yapılmasının yetiştiricilere iyi bir şekilde anlatılması gerekmektedir. Aynı dönemde büyük ve küçükbaş hayvanların ektoparaziter ilaçlanmanın yapılması, Kene Mücadelesinde; hayvan yetiştiricileri, Sağlık Bakanlığı, yerel yönetimleri desteğinin sağlanması sorunun çözümünde zorunluluk arz etmektedir.
Günümüze kadar kullanılan hiç bir mücadele yöntemi (bir kaç sınırlı alan hariç), tam bir kene eradikasyonu sağlayamamıştır. İnsan ve hayvanlardan kan emen kenelerin sayısını düşük maliyetlerle kabul edilebilir sınırlara indirilmesi hedeflenmelidir.
Akarisid ile kene kontrolünün başlıca 7 zorluğu vardır
1. Kenelerin yoğun biçimde tarım ve orman alanları içinde yayılmış olması, çevreye zarar verecek düzeyde akarisid kullanımını gerektirmektedir.
2. Akarisidlerin kenelerin konakları üzerinde tutundukları bölgelere ulaşabilmesi ancak konağın tüm vücudunun yıkanmasını gerektirmektedir
3. Konak üzerinde bulunmadıkları süre içinde keneler akarisid ilaçların ulaşamayacağı yerlerde saklanmaktadır.
4. Kenelerin yüksek orandaki üreme yeteneği (3000-7000 yumurta) ilaçlamaların düzenli bir sıklıkta yapılmasını gerektirmektedir.
5. Kenelerin uygun olmayan çevre koşullarında çok uzun süreler boyunca canlı kalabilmeleri.
6. Kenelerin konak seçiminde çok alternatifinin olması
7. Akarisid direncinin oluşması
İlk Yayınlama :12.05.2004 Son Günceleme : 21.07.2006
Devamını Oku

Alfa Feto Protein (AFP)

Tıp alanındaki gelişmelere paralel olarak gebelik takibi de son zamanlarda büyük değişimler göstermiştir. Gebelik sırasındaki takibin amacı hem annenin hem de bebeğin miada kadar sağlıklı bir şekilde gelebilmeleridir. Ayrıca bebekte bulunan bazı anomalilerin önceden, gebelik esnasında tespit edilmesi ve mümkün ise tedavi edilmesi, eğer yaşama şansı yoksa gebeliğin sonlandırılması bu takiplerin bir diğer amacıdır.

Bu tür, gebelik esnasında tespit edilebilen anomalilerin, invazif olmayan yani hem bebeğe hem de anne adayına zarar verme olasılığı bulunmayan testler ile belirlenmesi asıl amaçtır. Ancak bu tür tetkiklerin hemen hiçbiri hastalığın varlığını teyit etmez. Bu nedenle uygulanacak test bize hastalık riskini vermeli eğer bu risk kabul edilebilir sınırların dışında ise invazif yöntemler de uygulayarak hastalığın kesin tanısına gidilmelidir. Bu tür testlere tarama testi adı verilir. Tarama testleri belirli bir hastalık için var ya da yok şeklinde sonuç vermez. Bu tür sonuçlar tanısal testler ile alınır. Örneğin belsoğukluğu düşünülen bir hastada kültür tanısal bir testtir. Hastalık var ya da yok şeklinde sonuç verir. Tıbbi girişimler ve tedaviler tanısal testlerin sonucuna göre yapılır.Jinekolojide en çok kullanılan tarama testi smear iken obstetride özellikle son yıllarda uygulanan tarama testi üçlü test veya bunun daha sınırlanmış versiyonu olan alfa fetoprotein testidir (MS-AFP). AFP ölçümleri 1980'lerin ortalarından beri obstetride kullanılmaktadır.Gerek üçlü test gerekse MS-AFP olsun bu testlerin amacı iki tür hastalık için risk belirlemektir. Bunlardan ilki bir kromozom anomalisi olan Down Sendromudur (mongolizm, trizomi 21). İkincisi ise genel olarak nüral tüp defekti adı verilen sinir sistemi hastalıklarıdır. Bu tip hastalıklarda bebeğin beyin ya da omurgasında defekt vardır. Beyin dokusunun gelişmediği anensefali adı verilen tablodan omurgada açıklığın olduğu spina bifida adı verilen tabloya kadar değişik yelpazedeki anomaliler grubudur. Bu testlerde önemli olan anormal sonuçların hastalığı değil riski belirlediğidir.

A-feto protein nedir ?

AFP anne karnındaki bebeğin karaciğerinden salgılanan bir proteindir.Erişkindeki albumin isimli proteinin fetal yaşamdaki karşılığıdır. Fetusdan amniyon sıvısına geçer. Burdan da bir miktar AFP annenin dolaşımına karışır.AFP düzeyleri gebeliğin sonlarına kadar yavaş bir artış gösterir. AFP ölçümleri anne kanında ya da amniyosentez sonrası amniyon mayiinde ölçülebilir. Maternal AFP ölçümü gebeliğin 16-20 haftaları arasında yapılır. AFP yaşa ve gebelik sayısına bakılmaksızın bütün gebelere yapılmalıdır.

Nasıl Değerlendirilir ?

AFP değerinin yüksek ya da düşük olması anomali varlığını göstermez. Sadece artmış riski belirler ve ileri tetkik gerekliliğine işaret eder. Testin yapıldığı gebelerin %10'unda anormal sonuçlar çıkarken bunlarında sadece %10'unda defektli fetus bulunur. AFP düzeyi ile gebelik haftası ilişkili olduğundan gebelik yaşının doğru bilinmesi testin yorumu açısından çok önemlidir. AFP sonucunu etkileyen faktörler şunlardır:

  • Gebelik haftası
  • Annenin ağırlığı
  • Yaş
  • Irk
  • Çoğul gebelik
  • ?eker hastalığı
  • Aşikar ya da gizli kanama olması.
Normalden yüksek AFP değerlerine yol açan en önemli anomali nöral tüp defektleridir (NTD). Nöral tüp bebeğin beyin ve omuriliğini oluşturan yapıdır. Döllenmeden sonraki 4. haftada eğer bu tüp her iki yandan uygun şekilde kapanmaz ise NTD söz konusu olur. Her yıl A.B.D'de 2500 yeni bebek bu anomaliler ile dünyaya gelmektedir.

Spina bifida omuganın anomalisidir. Çoğu vakada omurilik uygun ve tam olarak teşekkül etmiştir ancak omuriliği çevreleyen ve koruyan omurgada açıklık bulunur. Eğer omurilik bu açıklıktan dışarıya doğru fıtıklaşırsa bacak felcinden idrar ve dışkı tutamamaya kadar değişen problemler görülebilir. Eğer bu açıklık kafada ya da kafaya yakın bölgede olursa bebeğin kafatası gelişemez ve beyin dışarıda olabilir, veya beyin hiç gelişmeyebilir. Bu son grup bebeklerin yaşama şansı yoktur.

Nöral tüp defektleri kormozomal bozukluklar değildir. Çevresel faktörlerden kaynaklanıyor olabilirler. Bir bebeğinde NTD olan hastanın diğer bir bebeğinde de aynı problemin görülme olasılığı aynıdır.Gebelikten önce ve gebelik sırasında folik asit kullanımının NTD'lerini %50 oranında azalttığı ileri sürülmektedir.

AFP değerlerini yükselten bir diğer etken de bebeğin karın duvarında yer alan defektlerdir. Barsakların karın dışında olduğu durumlarda da AFP fazla miktarda amniyon mayiine geçer ve dolayısı ile anne adayının kanında da yüksek olarak bulunur.

Bebeğin ölmek üzere olduğu ya da öldüğü durumlarda da bu proteinin miktarları artar.Çoğul gebeliklerde de AFP yükselir.

Down sendromu gibi bazı kromozomal anomalilerde AFP düzeyleri olması gerekenden düşük bulunur. Ancak bu düşüklüğün hassasiyeti NTD'de olduğu kadar yüksek değildir ve tek başına AFP riski belirlemek için yeterli olmaz.

AFP Yüksek bulunursa

AFP yüksekliği saptandığında yapılacak ilk işlem detaylı bir ultrason incelemesi yapmaktır. Bu sayede gebeliğin yaşı ve fetus sayısı saptanır. Eğer AFP yüksekliğini açıklayacak bir anomali saptanır ise ek tetkik gereksizdir. Bazen amniyosentez yapmak gerekli olabilir ancak NTD kromozomal bir anomali olmadığı için amniyosentezden tatmin edici bir sonuç beklenmez. Ultrason ile NTDlerin büyük bir kısmı yakalanır. Anensefali gibi büyük defektler zaten kolaylıkla tespit edilebildiğinden ultrasonun normal olduğu ancak AFP değerlerinin yüksek bulunduğu vakalarda olay, büyük olasılıkla küçük bir spina bifidadır.

AFP Testinin avantajları

AFP sonucu normal bulunan anne adaylarında endişeler büyük olasılıkla ortadan kalktığı için gebelik çok daha rahat ve sorunsuz geçmektedir.

Spina bifida olduğu bilinen bebekler, doğum için yoğun bakım şartlarının olduğu sağlık kurumlarına yönlendirilebilirler.Yapılan çalışmalarda spina bifidalı bebeklerin sezaryen ile dünyaya gelmeleri durumunda felç geçirme olasılıklarının daha azaldığı bulunduğundan bu bebeklerde planlı sezaryen faydalı olacaktır.

Down sendromu riskinin belirlenmesinde ise üçlü test ya da triple test daha faydalıdır
Tıp alanındaki gelişmelere paralel olarak gebelik takibi de son zamanlarda büyük değişimler göstermiştir. Gebelik sırasındaki takibin amacı hem annenin hem de bebeğin miada kadar sağlıklı bir şekilde gelebilmeleridir. Ayrıca bebekte bulunan bazı anomalilerin önceden, gebelik esnasında tespit edilmesi ve mümkün ise tedavi edilmesi, eğer yaşama şansı yoksa gebeliğin sonlandırılması bu takiplerin bir diğer amacıdır.

Bu tür, gebelik esnasında tespit edilebilen anomalilerin, invazif olmayan yani hem bebeğe hem de anne adayına zarar verme olasılığı bulunmayan testler ile belirlenmesi asıl amaçtır. Ancak bu tür tetkiklerin hemen hiçbiri hastalığın varlığını teyit etmez. Bu nedenle uygulanacak test bize hastalık riskini vermeli eğer bu risk kabul edilebilir sınırların dışında ise invazif yöntemler de uygulayarak hastalığın kesin tanısına gidilmelidir. Bu tür testlere tarama testi adı verilir. Tarama testleri belirli bir hastalık için var ya da yok şeklinde sonuç vermez. Bu tür sonuçlar tanısal testler ile alınır. Örneğin belsoğukluğu düşünülen bir hastada kültür tanısal bir testtir. Hastalık var ya da yok şeklinde sonuç verir. Tıbbi girişimler ve tedaviler tanısal testlerin sonucuna göre yapılır.Jinekolojide en çok kullanılan tarama testi smear iken obstetride özellikle son yıllarda uygulanan tarama testi üçlü test veya bunun daha sınırlanmış versiyonu olan alfa fetoprotein testidir (MS-AFP). AFP ölçümleri 1980'lerin ortalarından beri obstetride kullanılmaktadır.Gerek üçlü test gerekse MS-AFP olsun bu testlerin amacı iki tür hastalık için risk belirlemektir. Bunlardan ilki bir kromozom anomalisi olan Down Sendromudur (mongolizm, trizomi 21). İkincisi ise genel olarak nüral tüp defekti adı verilen sinir sistemi hastalıklarıdır. Bu tip hastalıklarda bebeğin beyin ya da omurgasında defekt vardır. Beyin dokusunun gelişmediği anensefali adı verilen tablodan omurgada açıklığın olduğu spina bifida adı verilen tabloya kadar değişik yelpazedeki anomaliler grubudur. Bu testlerde önemli olan anormal sonuçların hastalığı değil riski belirlediğidir.

A-feto protein nedir ?

AFP anne karnındaki bebeğin karaciğerinden salgılanan bir proteindir.Erişkindeki albumin isimli proteinin fetal yaşamdaki karşılığıdır. Fetusdan amniyon sıvısına geçer. Burdan da bir miktar AFP annenin dolaşımına karışır.AFP düzeyleri gebeliğin sonlarına kadar yavaş bir artış gösterir. AFP ölçümleri anne kanında ya da amniyosentez sonrası amniyon mayiinde ölçülebilir. Maternal AFP ölçümü gebeliğin 16-20 haftaları arasında yapılır. AFP yaşa ve gebelik sayısına bakılmaksızın bütün gebelere yapılmalıdır.

Nasıl Değerlendirilir ?

AFP değerinin yüksek ya da düşük olması anomali varlığını göstermez. Sadece artmış riski belirler ve ileri tetkik gerekliliğine işaret eder. Testin yapıldığı gebelerin %10'unda anormal sonuçlar çıkarken bunlarında sadece %10'unda defektli fetus bulunur. AFP düzeyi ile gebelik haftası ilişkili olduğundan gebelik yaşının doğru bilinmesi testin yorumu açısından çok önemlidir. AFP sonucunu etkileyen faktörler şunlardır:

  • Gebelik haftası
  • Annenin ağırlığı
  • Yaş
  • Irk
  • Çoğul gebelik
  • ?eker hastalığı
  • Aşikar ya da gizli kanama olması.
Normalden yüksek AFP değerlerine yol açan en önemli anomali nöral tüp defektleridir (NTD). Nöral tüp bebeğin beyin ve omuriliğini oluşturan yapıdır. Döllenmeden sonraki 4. haftada eğer bu tüp her iki yandan uygun şekilde kapanmaz ise NTD söz konusu olur. Her yıl A.B.D'de 2500 yeni bebek bu anomaliler ile dünyaya gelmektedir.

Spina bifida omuganın anomalisidir. Çoğu vakada omurilik uygun ve tam olarak teşekkül etmiştir ancak omuriliği çevreleyen ve koruyan omurgada açıklık bulunur. Eğer omurilik bu açıklıktan dışarıya doğru fıtıklaşırsa bacak felcinden idrar ve dışkı tutamamaya kadar değişen problemler görülebilir. Eğer bu açıklık kafada ya da kafaya yakın bölgede olursa bebeğin kafatası gelişemez ve beyin dışarıda olabilir, veya beyin hiç gelişmeyebilir. Bu son grup bebeklerin yaşama şansı yoktur.

Nöral tüp defektleri kormozomal bozukluklar değildir. Çevresel faktörlerden kaynaklanıyor olabilirler. Bir bebeğinde NTD olan hastanın diğer bir bebeğinde de aynı problemin görülme olasılığı aynıdır.Gebelikten önce ve gebelik sırasında folik asit kullanımının NTD'lerini %50 oranında azalttığı ileri sürülmektedir.

AFP değerlerini yükselten bir diğer etken de bebeğin karın duvarında yer alan defektlerdir. Barsakların karın dışında olduğu durumlarda da AFP fazla miktarda amniyon mayiine geçer ve dolayısı ile anne adayının kanında da yüksek olarak bulunur.

Bebeğin ölmek üzere olduğu ya da öldüğü durumlarda da bu proteinin miktarları artar.Çoğul gebeliklerde de AFP yükselir.

Down sendromu gibi bazı kromozomal anomalilerde AFP düzeyleri olması gerekenden düşük bulunur. Ancak bu düşüklüğün hassasiyeti NTD'de olduğu kadar yüksek değildir ve tek başına AFP riski belirlemek için yeterli olmaz.

AFP Yüksek bulunursa

AFP yüksekliği saptandığında yapılacak ilk işlem detaylı bir ultrason incelemesi yapmaktır. Bu sayede gebeliğin yaşı ve fetus sayısı saptanır. Eğer AFP yüksekliğini açıklayacak bir anomali saptanır ise ek tetkik gereksizdir. Bazen amniyosentez yapmak gerekli olabilir ancak NTD kromozomal bir anomali olmadığı için amniyosentezden tatmin edici bir sonuç beklenmez. Ultrason ile NTDlerin büyük bir kısmı yakalanır. Anensefali gibi büyük defektler zaten kolaylıkla tespit edilebildiğinden ultrasonun normal olduğu ancak AFP değerlerinin yüksek bulunduğu vakalarda olay, büyük olasılıkla küçük bir spina bifidadır.

AFP Testinin avantajları

AFP sonucu normal bulunan anne adaylarında endişeler büyük olasılıkla ortadan kalktığı için gebelik çok daha rahat ve sorunsuz geçmektedir.

Spina bifida olduğu bilinen bebekler, doğum için yoğun bakım şartlarının olduğu sağlık kurumlarına yönlendirilebilirler.Yapılan çalışmalarda spina bifidalı bebeklerin sezaryen ile dünyaya gelmeleri durumunda felç geçirme olasılıklarının daha azaldığı bulunduğundan bu bebeklerde planlı sezaryen faydalı olacaktır.

Down sendromu riskinin belirlenmesinde ise üçlü test ya da triple test daha faydalıdır
Devamını Oku

Down Sendromu Nedir ? Down Sendromundan Korunma Yöntemleri

Down sendromu her ırktan, yaştan ve ekonomik seviyeden insanı etkilemektedir. Başlıca ortaya çıkış nedeni kromozom anormalitesidir ve yaklaşık olarak her 800 ila 1000 doğumdan 1 inde görülebilmektedir. Amerika Birleşik Devletlerinde 350,000 in üzerinde insan Down Sendromludur.

Down Sendromu İlk Ne zaman Adlandırıldı?

Yüzyıllardır Down sendromlu insanlar gerek sanatta gerek edebiyatta tasvir edilmiş ve kullanılmıştır. 19.yüzyılda İngiliz doktor John Langdon Down, Down Sendromlu insanlar için ayrıntlı bir tanımlamayı yayınlamıştır. Bu akademik çalışma 1866 yılında basılmıştır. Ve Down bu çalışma ile bu sendromun babası olarak tanınmış ve daha sonraları onun adı ile anılmıştır. Down'dan önce de bazı bilim adamları bu sendromun karakteristikleri hakkında çalışmalar yaptılarsada da ilk kez Down bu sendromun kesin tanılarını ve farklılıklarını ortaya koyan kişi olmuştur.20.yy boyunca tıp ve bilimde ilerlemeler araştırmacıları Down sendromlu insanların karaketistikleri üzerinde daha ileri araştırmalar yapmalarını sağlamıştır. 1959 ylında Fransız doktor, Jerome Lejuene, Down Sendromunun kromozom anormalliğinden ileri geldiğini belirlemiştir. Her hücrede olması gereken 46 kromozom yerine Down Sendromlu kişilerde 47 kromozom gözlemiştir. Daha sonraları ise extra bir bölünme vaya tamamlanmış 21.kromozom ile Down karakteristikleri arasında bir ilişki kurulmuştur.

Neden Down sendromu "genetik durum" olarak tanımlanmaktadır?


İnsan vücudunun yapı taşı hücrelerdir ve her hücrenin bir merkezi vardır ve bu merkez hücre çekirdeği olarak bilinir ve burada genetik bilgiler depolanmaktadır. Bunlarda genlerdir ki ve kalıtımsal özelliklerimizi içeren bilgileri taşımaktadırlar. Genler birarada grup oluşturarak çubuk şekilli bir yapı oluşturur buna Kromozom denir her hücre çekirdeği 23 çift kromozom içerir bunların her bir yarısı anne ve babadan gelen kalıtımsal özellikleri içerir.

Down Sendromunda 46 kromozom yerine 47 kromozom vardır, bu eksta kromozom 21 numaralıdır. Bu fazlalık genetik materyal de Down Sendromu ile sonuçlanmaktadır.

%95 Down Sendromu vakasında 21.ci kromozomun 3 kopyası vardır buna "trisomy 21" denir. Kromozomlar kan ve doku örnekleri üzerinde çalışılarak test edilir. Her bir kromozom belirlenir ve işaretlenerek büyükten küçüğe doğru numaralandırılır. Kromozomların bu görüntüsüne Karyotip denir.


Down Sendromuna Ne Sebep Olmaktadır?

Down sendromu genellikle hücre bölünmesindeki bir hatadan kaynaklanmaktadır. Bununla beraber, diğer iki tip kromozom anormallikleri olan Mosaisicism ve Translocation da daha az dereceli olmalarına reğmen Down sendromu ile ilişkilendirilmektedir. Hatalı hücre bölünmesi ile embriyoda sayisi 2 olması gerekirken, 3 tane 21 numarali kromozomdan bulunur. Gebe kalmadan önce yada sonrasında 21 nolu kromozom çifti ya spermde yada yumurtada hatalı bölünme oluşturur. Embriyo gelişirken bu extra kromozom vücuttaki her hücrede kopyalanır. İste bu hatalı bölünme olayı Down Sendromu vakalarının %95 inden sorumludur.

Down Sendromlu doğan çocukların %85 inin 35 yaş altı kadınların çocuklarında görülmüştür bunun nedeni olarak da genç kadınların doğurganlık yüzdelerinin daha yüksek olması olarak gösterilmektedir. Fakat yinede anne yaşının artması ile Down Sendromlu çocuk doğumununda arttığıda diğer bir bilgidir. Bu hatalı kromozomal olayın baba tarafından aktarılma olasılığı olmasına rağmen, kadın yumurtasında daha gebe kalma öncesinde hatalı hücre bölünmesi olabileceğide yada tüm bunların dışında bazı çevresel faktörlerin de konu ile ilişkili olabilecekleri araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Bununla beraber yıllardır süren araştırmalar bize sendromun tam nedenini açıklayamamaktadır. Ebeveynlerin hamilelik öncesinde veya sonrasındaki aktiviteleri ile Down Sendromunun hiç bir tipinde bağlantı bulunmamaktadır.
Mosaicisim de yumurtlama sonrasında başlangıçta bölünen hücrelerden birinde 21. kromozomun hatali olmasindan kaynaklanir. Bu iki tip hücrenin bir mix i şeklindedir, bazıları 46 bazılarıda 47 kromozom taşır. Bu 47 kromozom taşıyan hücrelerde extra bir 21. kromozom vardır. Bu oluşan mozaik desen nedeni ilede mosaicism terminolojisi kulllanılarak tanımlanmıştır. Bu tip Down sendromuna daha az rastlanır ve ve sadece %1 veya %2 lik kısmı oluşturur.
Translokasyon ise diğer bir kromozomal problemdir.

Down Sendromunu Belirlemeye Yardımcı Doğum Öncesinde Yapılacak Bir Test Varmı?

Evet, hamile bayanlarda iki tip prosedür vardır: screening (eleme) testleri ve diagnostic (teşhis) testleri. İlk test fetus un Down Sendromlu olma olasılığını tahmin eder. İkincisi ise fetus un gerçekte sendroma sahip olup olmadığını teşhis eder. En çok kullanılan testler Triple Screen ve Alfa-fetoprotein Plus yöntemleridir. Bu testlerde kandaki belli maddelerin (alfa-fetoprotein, human korionik gonadropin, estriol) değerleri ölçülür ve annenin yaşıda göz önüne alınır. Bu testlerin hamileliğin 15 ve 20. haftalarında uygulanması tavsiye edilir. Bu testler ayrtınlı bir sonogram ile birlikte yapılırsa daha hassas olabilir, çünkü bu testlerin hassasiyeti sadece %60 dır.

Yeni Doğanlarda Down S. Nasıl Anlaşılır?

Bu teşhiste öncelikle bebeğin görünüşü ile ilgili bulgular ve Down Sendromunu belirleyen bazı fiziksel karakteristikler vardır. Düz bir yüz profili, basık nasal köprü, küçük burun, kulak şeklinde anormallik, avuç içinde gözlenen tek ve derin bir çizgi, birinci ve ikinci ayak ayakparmağı arasında normal dışı boşluk, dilin ağız büyüklüğüne oranla daha geniş olması gibi.

Down Sendromlu Bebeklerde Ne Tip Medikal Problemler Görülebilir?

Down Sendromlu çocuklarda bazı sağlık problemlerine daha sıklıkla rastlanmaktadır. Doğuştan kalp problemleri, enfeksiyonlara karşı hassasiyet, nefes alma ile ilgili bazı problemler, çocukluk lösemisi de daha sıklıkla ortaya çıkmaktadır. Bugün artık gelişen tıp dünyası ile burdaki bir çok sağlık problemi tedavi edilebilmektedir. Down Sendromu ile doğan bir insanın tahmini yaşam süresi de yaklaşık 55 yıldır. Down Sendromlu yetişkinlerde ise Alzheimer hastalığına yakalanma riski daha fazladır.

Kaynak: National Down Syndrome Society USA
Down sendromu her ırktan, yaştan ve ekonomik seviyeden insanı etkilemektedir. Başlıca ortaya çıkış nedeni kromozom anormalitesidir ve yaklaşık olarak her 800 ila 1000 doğumdan 1 inde görülebilmektedir. Amerika Birleşik Devletlerinde 350,000 in üzerinde insan Down Sendromludur.

Down Sendromu İlk Ne zaman Adlandırıldı?

Yüzyıllardır Down sendromlu insanlar gerek sanatta gerek edebiyatta tasvir edilmiş ve kullanılmıştır. 19.yüzyılda İngiliz doktor John Langdon Down, Down Sendromlu insanlar için ayrıntlı bir tanımlamayı yayınlamıştır. Bu akademik çalışma 1866 yılında basılmıştır. Ve Down bu çalışma ile bu sendromun babası olarak tanınmış ve daha sonraları onun adı ile anılmıştır. Down'dan önce de bazı bilim adamları bu sendromun karakteristikleri hakkında çalışmalar yaptılarsada da ilk kez Down bu sendromun kesin tanılarını ve farklılıklarını ortaya koyan kişi olmuştur.20.yy boyunca tıp ve bilimde ilerlemeler araştırmacıları Down sendromlu insanların karaketistikleri üzerinde daha ileri araştırmalar yapmalarını sağlamıştır. 1959 ylında Fransız doktor, Jerome Lejuene, Down Sendromunun kromozom anormalliğinden ileri geldiğini belirlemiştir. Her hücrede olması gereken 46 kromozom yerine Down Sendromlu kişilerde 47 kromozom gözlemiştir. Daha sonraları ise extra bir bölünme vaya tamamlanmış 21.kromozom ile Down karakteristikleri arasında bir ilişki kurulmuştur.

Neden Down sendromu "genetik durum" olarak tanımlanmaktadır?


İnsan vücudunun yapı taşı hücrelerdir ve her hücrenin bir merkezi vardır ve bu merkez hücre çekirdeği olarak bilinir ve burada genetik bilgiler depolanmaktadır. Bunlarda genlerdir ki ve kalıtımsal özelliklerimizi içeren bilgileri taşımaktadırlar. Genler birarada grup oluşturarak çubuk şekilli bir yapı oluşturur buna Kromozom denir her hücre çekirdeği 23 çift kromozom içerir bunların her bir yarısı anne ve babadan gelen kalıtımsal özellikleri içerir.

Down Sendromunda 46 kromozom yerine 47 kromozom vardır, bu eksta kromozom 21 numaralıdır. Bu fazlalık genetik materyal de Down Sendromu ile sonuçlanmaktadır.

%95 Down Sendromu vakasında 21.ci kromozomun 3 kopyası vardır buna "trisomy 21" denir. Kromozomlar kan ve doku örnekleri üzerinde çalışılarak test edilir. Her bir kromozom belirlenir ve işaretlenerek büyükten küçüğe doğru numaralandırılır. Kromozomların bu görüntüsüne Karyotip denir.


Down Sendromuna Ne Sebep Olmaktadır?

Down sendromu genellikle hücre bölünmesindeki bir hatadan kaynaklanmaktadır. Bununla beraber, diğer iki tip kromozom anormallikleri olan Mosaisicism ve Translocation da daha az dereceli olmalarına reğmen Down sendromu ile ilişkilendirilmektedir. Hatalı hücre bölünmesi ile embriyoda sayisi 2 olması gerekirken, 3 tane 21 numarali kromozomdan bulunur. Gebe kalmadan önce yada sonrasında 21 nolu kromozom çifti ya spermde yada yumurtada hatalı bölünme oluşturur. Embriyo gelişirken bu extra kromozom vücuttaki her hücrede kopyalanır. İste bu hatalı bölünme olayı Down Sendromu vakalarının %95 inden sorumludur.

Down Sendromlu doğan çocukların %85 inin 35 yaş altı kadınların çocuklarında görülmüştür bunun nedeni olarak da genç kadınların doğurganlık yüzdelerinin daha yüksek olması olarak gösterilmektedir. Fakat yinede anne yaşının artması ile Down Sendromlu çocuk doğumununda arttığıda diğer bir bilgidir. Bu hatalı kromozomal olayın baba tarafından aktarılma olasılığı olmasına rağmen, kadın yumurtasında daha gebe kalma öncesinde hatalı hücre bölünmesi olabileceğide yada tüm bunların dışında bazı çevresel faktörlerin de konu ile ilişkili olabilecekleri araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Bununla beraber yıllardır süren araştırmalar bize sendromun tam nedenini açıklayamamaktadır. Ebeveynlerin hamilelik öncesinde veya sonrasındaki aktiviteleri ile Down Sendromunun hiç bir tipinde bağlantı bulunmamaktadır.
Mosaicisim de yumurtlama sonrasında başlangıçta bölünen hücrelerden birinde 21. kromozomun hatali olmasindan kaynaklanir. Bu iki tip hücrenin bir mix i şeklindedir, bazıları 46 bazılarıda 47 kromozom taşır. Bu 47 kromozom taşıyan hücrelerde extra bir 21. kromozom vardır. Bu oluşan mozaik desen nedeni ilede mosaicism terminolojisi kulllanılarak tanımlanmıştır. Bu tip Down sendromuna daha az rastlanır ve ve sadece %1 veya %2 lik kısmı oluşturur.
Translokasyon ise diğer bir kromozomal problemdir.

Down Sendromunu Belirlemeye Yardımcı Doğum Öncesinde Yapılacak Bir Test Varmı?

Evet, hamile bayanlarda iki tip prosedür vardır: screening (eleme) testleri ve diagnostic (teşhis) testleri. İlk test fetus un Down Sendromlu olma olasılığını tahmin eder. İkincisi ise fetus un gerçekte sendroma sahip olup olmadığını teşhis eder. En çok kullanılan testler Triple Screen ve Alfa-fetoprotein Plus yöntemleridir. Bu testlerde kandaki belli maddelerin (alfa-fetoprotein, human korionik gonadropin, estriol) değerleri ölçülür ve annenin yaşıda göz önüne alınır. Bu testlerin hamileliğin 15 ve 20. haftalarında uygulanması tavsiye edilir. Bu testler ayrtınlı bir sonogram ile birlikte yapılırsa daha hassas olabilir, çünkü bu testlerin hassasiyeti sadece %60 dır.

Yeni Doğanlarda Down S. Nasıl Anlaşılır?

Bu teşhiste öncelikle bebeğin görünüşü ile ilgili bulgular ve Down Sendromunu belirleyen bazı fiziksel karakteristikler vardır. Düz bir yüz profili, basık nasal köprü, küçük burun, kulak şeklinde anormallik, avuç içinde gözlenen tek ve derin bir çizgi, birinci ve ikinci ayak ayakparmağı arasında normal dışı boşluk, dilin ağız büyüklüğüne oranla daha geniş olması gibi.

Down Sendromlu Bebeklerde Ne Tip Medikal Problemler Görülebilir?

Down Sendromlu çocuklarda bazı sağlık problemlerine daha sıklıkla rastlanmaktadır. Doğuştan kalp problemleri, enfeksiyonlara karşı hassasiyet, nefes alma ile ilgili bazı problemler, çocukluk lösemisi de daha sıklıkla ortaya çıkmaktadır. Bugün artık gelişen tıp dünyası ile burdaki bir çok sağlık problemi tedavi edilebilmektedir. Down Sendromu ile doğan bir insanın tahmini yaşam süresi de yaklaşık 55 yıldır. Down Sendromlu yetişkinlerde ise Alzheimer hastalığına yakalanma riski daha fazladır.

Kaynak: National Down Syndrome Society USA
Devamını Oku